Kız kardeşim Şermin beni ziyaret edeceğini söylediğinde çok sevindim ama bu sevincim telefonu kapattığım anda yerini bir keyifsizliğe bırakınca canım sıkıldı.
Şermin benim dört kız kardeşimden en büyüğüdür. Bir buçuk yaş küçüğüm olmasına rağmen benden daha uzun boylu, daha alımlı, bir kilometreden duyulan kahkahası ile şen şakraktır. Nereye gitse dikkat çekmesini sever; kırmızı rujsuz sokağa adımını atmaz. Öbür üç kızkardeşim aradaki yaş uçurumu nedeniyle tam anlamıyla ‘küçük’ kardeş olmalarına rağmen Şermin hem arkadaşlığı hem rekabeti, hem sevgiyi hem kıskançlığı paylaştığım bazen beni gururlandıran ama çoğu zaman üzüp utandıran gerçek bir kardeşim olmuştur. Artık ikimiz de birer yetişkin olduğumuz için bu duyguları o zamanki gibi çiğ bir şekilde yaşamayacağımızı; iki olgun insan gibi davranacağımızı düşünerek geleceği güne kadar içimi rahat tutup neşemi kaybetmemeyi başardım. Hazırlıklarımı yaptım. Alacaklarımı aldım, evi derleyip toparladım. Neyse ki sömestir tatili olacağı için onu Londra’da gezilip görülebilecek her yere götürmeyi inceden inceye planladım.
Fakat ne yazık ki daha havaalanında, onu ilk gördüğüm anda ne kadar yanıldığımı anladım. Pasaport kontrolünün hemen dışındaki camlı bölmenin önünde, gözümü cam kapıdan ayırmadan bekliyordum. Kalabalık bir guruptuk. Kimimiz elinde isim yazan kartlarla, kimimiz önümüzdeki bariyere dayanmış bir şekilde ama sessizce ve bastırılmaya çalışılan bir heyecanla bekliyorduk. İşte o sırada kapı açıldı ve kapıda Şermin kırmızı bavulu, kırmızı çantasıyla kollarını iki yana açmış bir şekilde görüldü; şen kahkahasıyla havaalanını çınlatarak adımı seslendi: “Neeesriiiiiiiin!” Kulaklarıma kadar kızardım. Tıpkı eski günlerdeki gibi.
Bütün bakışlar üzerimizde sarmaş dolaş olduk. Şermin her zamanki gibi hayatının filmini çeviriyordu. Neyse bu kısmı sağ salim atlattıktan sonra bir an önce ‘sahne’den kaçmak için bavulunu elinden aldım, koluna girdim ve elimle işaret ederek “Gişeler bu yönde, önce bilet alacağız, tren için,” dedim.
Şermin eve kadar bağıra çağıra Güzin Abla haber bültenini verdi. Kim kiminle evlenmiş, kim kimi aldatmış, kim boşanmış, kim nerde nasıl iş bulmuş, kimin çocuğu olmuş, kim çocuk olsun diye tedavi görüyormuş. Ay çocuğa hiç o isim konulurmuymuş! Kafam iyice şişmişti. Neyseki eve gelmeden haberler bitip tükendi de biraz rahatladım.
Beterin beteri varmış derler ya, ertesi gün daha beteri başladı: Herşeye dudak bükmek; burun kıvırmak; hıh, bizde daha iyisi var, demek. Onu sırf İngiliz kahvaltısı yesin diye mahallede pek rağbet gören bir kafeye götürdüm. Daha masadayken başladı: Ay Allahaşkına sabah sabah kurufasulye de yenirmiymiş hiç! Hem de içine şeker koymuşlar! Sütlü çay mı olurmuş? Bunlar çay yapmasını bilmiyorlar! Elbette kendine göre haklıydı. Tabii herkesin çay içme kültürü başka. Zaten kültür dediğin nedir ki? Toplucu yapılan alışkanlıklar o kadar. Mademki yabancı bir ülkedesin birazcık kültürlerini öğrenmek turistik paketin içinde yer alır diye düşünmüştüm.
Neyse ertesi gün onca yolu katederek ‘Turkish shop’lardan özel olarak aldığım sucuk, yumurta, reçel, beyaz peynir ve simitle enfes bir kahvaltı hazırladım. “Ay bizim simitlerin yerini bile tutmuyor; pasta gibi bunlar ayol!”, “Sucukları da bir tuhaf.” Hiç bir şey demedim. Neyse ki tavuklar aynı yumurtluyormuş da ona bir laf bulup söyleyemedi.
Artık günleri saylaya başlamıştım. Programımız belli idi. Natural History Museum, British Museum, Covent Garden, Tower of London…..böyle gidiyordu liste. Planım basitti. Günü gününe programı uygulayacaktım ve gitme saati gelince de hiç darılmadan, kavga etmeden, sağlıcakla sevgili kızkardeşimi yolculayacaktım. Tabii başarabilirsem.
Gittiğimiz yerlerde her şeyi merak ediyor, eline alıyor inceliyordu. Bu huyu müzelerde, sanat galerilerinde sorun oldu tabii. Sürekli görevlilerden azar işitmekten böyle yerlere girince Şermin’den bir metre ayrı yürümeye başladım.
British Museum’da “Hırsız bunlaaar!” diye bağırdı, “Ay bir de şöyle bak olaya: Eğer o zamanlar alıp buralara getirmeselerdi bunları, şimdi bir binanın dibinde temel taşı olarak bulunacaklardı,” dedimse de müzeyi terkederken yüzünü görkemli kapıya döndü ve “Hırsızsınız! İşte bu kadar!” diyerek son noktayı koydu.
Ben sandım ki sokakta otobüste falan İngilizcesini çat pat kullanmaya çalışır. Tam aksine etrafındakilerle Türkçe konuşmaya başladı. Onlar ne dediğini anlamayınca sanki anlamaları gerekiyormuş gibi kızıp, yüksek sesle dediklerini bir daha ama bu kez heceleyerek kulaklarına doğru söylüyordu. Her yere herkesten önce gitmeye çalışıyor, kuyruğa girmeyi teoride olmasa da pratikte reddediyordu. “Nereye koşturuyorsun böyle? Bırak bizden önce binsinler,” dedikçe de “Enayi yok burda,” deyip kesip atıyordu. Çok düzgün bir kuyrukla karşılaşıp sıraya girmek zorunda kaldığımız durumlarda da sıra bekçisi kesiliyordu.
“Aaaa bak bak! O sırada değildi ama öne geçti.”
“Bırak onun arkasindaki ilgilenir onunla.”
“Olmaz efendim olmaz!”…… “Beyefendi, beyefendi!” Gidip adama el göz hareketi ve Türkçe biraz da İngilizce “No, no!” diyerek bir keresinde adamı sıradan çıkarttı bile. Ağzım açık kalakaldı. “Valla pes doğrusu! Senden herşey beklenir,” demekten başka bir şey diyemedim.
Londra’nın parklarını da gezdik beraber. Hyde Park, St James’s Park, Regents Park….Onlara da “Hep dümdüz, hiç mi yokuş yok bu memlekette?” dedi. Ben de onu tam gitmesine iki gün kala yakınımızdaki yokuşlu bir parka götürdüm. Keşke götürmeseydim. Aslında o park gezi listemde yoktu. Yakınımızda olmasına rağmen, hakkındaki, daha doğrusu tam tepesine oturtulmuş olan malikanenin eski sahiplerinin hakkındaki söylentiler, aradan 200 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen beni hala tedirgin ettiği için oraya pek gitmezdim. Sadece ben değil bütün Londralılar mümkün olduğunca o parktan uzak dururdu. Söylentilere göre malikanenin eski şatafatlı zamanında verilen davetlere katılan bazı misafirler ziyaretten sonra sırra kadem basmışlar. Sahibesinin çeşitli kolleksiyonları varmış. Misafirlerine gururla gösterirmiş, ama dokunmalarına asla izin vermezmiş. Eğer dokunan olursa o kişi bir şekilde ortadan kaybolurmuş. O yüzden halk malikanenin sahibesini şuçlamış hep. Onun aslında bir cadı olduğunu söylüyorlarmış. Tabii aristokrat bir aile olduklarından haklarında hiç bir kovuşturma yapılmamış o dönemde. En sonunda evin en küçük kızı da ortadan yok olunca aile evi bırakıp gitmiş de suçlamaların arkası kesilmiş. Fakat o günden bu güne insanlar parktan uzak durmaya çalışmışlar. Sahibesinin ruhunun buralarda özellikle malikanede gezindiğine inanıyorlarmış. Bunları Şermin’e anlatınca, o şen kahkahasını atarak “Bu Ingilizlerin cadı hikayeleri hiç bitmez! Bunların hepsi deli saçması! Turist çekmek için uydurdukları masallar,” dedi.
Hava pırıp pırıl güneşliydi. Kanal boyunca yürüdük. Tam tepeye kurulmuş bembeyaz malikane bütün ihtişamıyla işte bu uçsuz bucaksız yeşillik, yeşilliğin içinde yer alan bu orman, göl, kanal herşey benim diyordu. Kanalın yanından tepeye uzanan yemyeşil bayırda tek tük insanlar vardı.
“Hadi gel şurda bir kahve içelim,” dedi Şermin malikaneyi ima ederek. “Bir kafesi vardır mutlaka.”
“Nerden biliyorsun?”
“E, her gittiğimiz parkta öyleydi de ondan.”
Haklıydı. O an malikaneden uzak durmak istediğimi farkettim. Fakat korktuğumu göstermek hele Şermin’e göstermek hiç işime gelmediği için çaresiz yokuşa doğru yürüdüm. Arkamdan gelen Şermin, “Şimdi buralar bu malikanenin bahçesi miymiş hep?” diye sordu daha önceden öbür parkları gezerken verdiğim ‘rehber’lik bilgilerini hatırlayarak.
“Evet. 1800’lerde birçok malikane ve ‘bahçesi’ gibi halka açılmış.” Gerçeklerden bahsetmek içimdeki ürpertiyi biraz hafiflettiği için konuya dört elle sarıldım. “O zamanlar böyle yapılarak Londra’ya bir çok park kazandırılmış.”
Yokuşu çıktıkça nefesimiz kesiliyor, kelimeleri zor bir araya getiriyorduk. Sonunda dayanamayıp durduk, biraz nefes aldık. İkimiz de terlemiştik, hırkaları çıkarttık. Biz binaya yaklaştıkça sanki bina büyüyor biz küçülüyorduk.
İçimde binanın kapalı olacağına dair bir umut vardı. Fakat yaklaştıkça umudumu yitiriyordum.
Son bir gayretle bu muhteşem evin önüne geldik. Bir köşede bahçeye serpilmiş parasoller kafenin yerini işaret ediyordu. Tam kafenin camlı, iki yana bahçeye açılan kapısından geçerken evin öbür kısmına gözümüz takıldı. Kalabalık bir izleyici grubuna bir rehber bir şeyler anlatıyordu.
“Bak orda bir sergi var galiba,” dedi Şermin. “Hadi biz de bakalım.”
Çaresiz gruba doğru seğirttim. Duvarlardaki posterlerden anladığım kadarıyla yeni bir aile vakfı burayı alıp kullanıma açmıştı.
“Çoğunu ziyaretçilerimizin bağışlarıyla karşılarız. Bazı çok özel müşterilerimiz de kendilerinden verirler,” diye rehber açıklıyordu. Ne demek “kendilerinden verirler?” Saçmalıyor bu rehber. İyi ki Şermin İngilizce anlamıyor dedim içimden, yoksa hemen burada enayi mi var diye yapıştırırdı. Benim de ona tercüme yapacak halim ve hevesim kalmadığı için “Gel biz kendimiz dolaşalım,” dedim gruptan ayrılarak. Gayri ihtiyari bir an durdum ve Şermin’e döndüm “Lütfen hiç bir şeye dokunma, olur mu?” dedim benle dalga geçmesini göze alarak.
Bu bir oyuncak bebek evi sergisiydi. En büyüğü bir metre yüksekliğindeki evler tamamen gerçek yaşama uygun mobilya ve araç-gereçle döşeliydi. Perdeleri, koltukları, masa ve sandalyeleri, evlerin mimarisi gibi hep Viktorya döneminin modasıydı. Yatakodalarındaki aynalı makyaj masalarının üstü taraklar, saç fırçaları, o dönemin süs kremleri, losyonları ile doluydu. Gardolapların açık kapılarından ütülü kravatlar, pantolonlar, korseler, geniş etekler, şapkalar gözüküyordu. İkimiz de büyülenmiş gibi bir odadan öbürüne geçerek bu sergiyi geziyorduk. Odalar apaydınlıktı. İçiçe geçilen bu odalardan en sonuncusu boştu. Sadece duvarlarında ciddi yüzlü kadın, erkek, çocuk portreleri asılıydı. Altlarında yazan açıklamalardan buranın eski sahiplerinin resimleri olduğunu anladım.
“Bu o kaybolan kızın resmi mi?” diye kulağımın dibinde sordu Şermin. Tabloya o kadar dalmışım ki irkildim. “Evet o. Tarihe bakarsan hemen kaybolmadan önce yapılmış.” O sırada burnuma enfes bir kahve kokusu geldi. Odalar birbirine eklene eklene bizi döndürüp dolaştırıp kafeye kadar getirmişti. “Amaan boşver hadi gel de bir kahve içelim şurda,” dedim. Kahve kokusu neşemi yerine getirmişti.
“Tamam sen benim şu hırkamı al da git otur, ben de geliyorum,” dedi Şermin.
Kafeye doğru yürüdüm. Vakıf gerçekten iyi bir iş yapmıştı. Gayet şirin bir kafeydi. İçimdeki tedirginlik uçup gitmişti sanki. Belki de Şermin haklıydı. Hepsi bir tür reklamdı. Siparişimi vermeden önce camekandaki leziz kekleri gözden geçirirken vitrinin arkasından doğru Şermin’i gördüm. Victorya döneminin hizmetçi giysilerini giymiş bir genç kızla konuşuyordu. Kızın sesini duyabiliyordum.
“Üzgünüm ama buraya giremezsimiz madam. Burası halka kapalıdır.”
Öbür kapılar gibi beyaz bir kapının önünde duruyorlardı. Belli ki Şermin kapıyı açmayı denemişti ve görevli de onu suçüstü yakalamıştı. Böyle yakalanmadan kaç kapı açmıştı Victoria & Albert Museum’da. Döndüm siparişimi söyledim, parayı ödedim ve cam kenarında serin bir yerde Şermin’i görebileceğim şekilde oturdum. Fakat orada değildi. Ne zaman ortadan kayboldu bu kız ? Oturduğum koltuğun rahatlığı yorgunluğumla birleşince bir an gözlerimi kapadım. Kendimi koltuğa bıraktım. Garson kız kahveleri ve kekleri getirdi. Biraz Şermin’i bekleyeyim dedim ama kek çok iştah açıçıydı. Çatalla ucundan aldım. Derken kahvemin yarılandığını, kekimin bittiğini farkettim ama Şermin hala ortalarda yoktu. O sırada önünde tartıştıkları kapının aralık olduğunu gördüm. Çantamı yanıma alarak kalkıp kapıya gittim ve içeriye başımı uzattım. Bu oda da diğerleri gibi aydınlıktı. Köşede beyaz bir bebek evi gözüküyordu. Fakat diğerlerinden farklı olarak ev bu malikanenin tipik bir kopyasıydı ve içinde porselen başlı küçük, şirin bebekler vardı. Sermin eve doğru eğilmiş sanki birisiyle konuşuyordu.
“Hadisene Şermin, gel artık, kadın görecek şimdi seni.”
Şermin yüzünü bana dönmeden eliyle, tamam tamam geliyorum der gibi işaret etti.
Artık kahvem de bitmişti ama Şermin hala gelmemişti. Bir ara nasılsa ben farketmeden kapı da kapanmıştı. Yarı kızgın yarı tedirgin Şermin’in kekini bir peçeteye sarıp çantama koydum (kahvesi zaten soğumuştu) ve kapıya doğru yöneldim. Elimi kapının koluna attım. Kilitliydi. Birdenbire Şermin’le konuşan kostümlü kız beliriverdi.
“Orası ziyaretçilere kapalıdır madam.”
“Biliyorum, fakat kız kardeşim az önce girmişti, ona bakacaktım.”
“İmkansız madam, bakın kapı kilitlidir.”
Sanki bu sefer açılacakmış gibi gene denedim ama hakikaten kilitliydi. “Fakat nasıl olur?” dedim, ama az önce ben de kapıdan içeri bakmıştım diyemedim tabii. Kızı ve kapıyı orada bırakıp serginin olduğu odalara bir göz atmaya gittim, belki tekrar oralara gitmiştir düşüncesiyle.
Her odaya girdim. Hiç birinde yoktu.
Tuvaletleri de denedim. Oralarda da yoktu.
Sanki yer yarılıp içine girmişti. Hafifçe terlediğimi hissettim. Bir bela geliyor gibiydi. Kalp atışlarım hızlandı. Bulunca ona çok kızacaktım. Tıpkı küçüklüğümüzdeki gibi. İşte sonunda bardağı taşırdı. Gittim kafedeki yerime oturdum. Amacım sakin kafayla düşünmekti…. Tekrar kalktım. Dışarı bakmaya karar vermiştim, belki bir bankta oturuyordu.
Güneş gözlerimi kamaştırdı. Fakat dışarıda da yoktu. Koca kadın ortadan yok olamazdı ya! Beni bir şey dürtmüş gibi aniden arkama dönüp eve baktım. Evin ikinci, hatta üçüncü katı vardı. Amma büyük! Ziyaretçilere açık kısmı üçte biri bile değil. İkinci katta bir karaltı! Sanki tül oynadı. Bütün malikaneyi geziyor olmasın bu çılgın kadın! Sonunda bizi polislik yapacak. Kulaklarım uğulduyor, etrafımdaki sesleri duyamıyorum. İçgüdüsel bir hareketle evin arka tarafına dolandım. Kimsenin pek yaklaşmadığı pembe beyaz sarmaşık güllerinin, bodur bahçe yeşilliklerinin, yaseminlerin aralarından geçtim. Pencereleri saydım. 1, 2, 3, 4…. İşte burası olmalı. İyice yaklaştım. Başımı küçük beyaz tahta pervazlı kare camlardan birine dayadım. Evet o odaydı. Köşede bu malikanenin aynısı bir bebek evi vardı. Evin önünde yerde bir şey var…Kalp atışlarım kulaklarımda. Hayır! Gözlerim kararmayacak! Göreceğim o şeyi! Göreceğim! Çaaaaaaaat! Lanet olsun! Camı kırdım. Başım kanıyor. Çok şükür alarm falan çalmadı. Yoksa çaldı da ben mi duymuyorum? Şermin’in ayakkabıları! Biri yan yatmış. Öylece duruyor evin kapısı önünde. Odaya girmeliyim. Odaya girmeliyim. Ön kapıya yöneldim. Binaya girip sergi odalarını geçtim. Kilitli kapıya gelince etrafta kostümlü kız var mı yok mu diye bile bakmadan kapı koluna bastırdım. Hayret! Açılıverdi! Hışımla girdim. Doğru evin yanına gittim. Eğilip yerden ayakkabıları aldım. “Şermin nerdesin?” Sesimi tanıyamadım. “Şakayı bırak ve ortaya çık! Hiç komik değil!”
Ev benim boyumun yarısı kadardı. Gayri ihtiyari eğildim. Yere bir damla kan düştü. Evin iç mimarisi de aslı gibiydi. Kafe bile, olması gereken yerdeydi. Bir damla daha düştü. Biraz tuhaflık vardı ama. Kahvede oturduğum masa bile ordaydı. Hırkalarımızdan, Şermin’in kahvesinden tanıdım. Bir damla daha düştü. Yavaşça gözlerim bulunduğum odanın karşılığı olan odaya kaydı. Gene aynı köşede malikanenin daha küçük bir modeli duruyordu. Ve penceresinden Şermin’e çok benzeyen porselen başlı şirin bir oyuncak bebek bakıyordu.
Londra – Şubat 2016 – Necva Esen
Yazar:
En Son Yazıları
- Hikaye27 Mart 2016Hikaye: Gemileri Yakmak
- Hikaye11 Şubat 2016Gizemli Bir Hikaye: Turist