20 Ağustos - 2. Bölüm 2

20 Ağustos – 2. Bölüm

(Devam Ediyor)

Sevgili okuyucu, o zaman elbette düşünülen oldu. Her baba gibi o da kanından ve canından olanı koruyup kollamak istedi. Önce kaşları çatıldı. Sonra gözbebekleri büyüdü.

“Söyle bana oğul, şu üç günlük geçici dünya için seni kötü söze, küfre, alçaklığa ve hainliğe alıştırmak için yoluna çıkan insanlarla mı karşılaştın? Ne teklif ettiler eğer iş böyleyse?”

“Böyle bir şey yok ve olamaz babam. Ama ben akla geleni ve gelmeyeni de düşünmekle görevliyim. Şimdi biraz şeytanın avukatlığını yapalım. Ve kötülüğün tarafına ortak olalım. Bana söyler misin, sıradan biri, şeytanın oyununa gelmek istemez ama onun sözüne kulak verirse, ne olur? Dayanabilir mi? Benzetmede hata olmaz. Bu, üzerindeki beyaz gelinliğe helalinden kan bulaştırmak adına onu gelini eden damattan evvel bakir saflığa el sürmeye kalkan birinin, nikâh salonunda gezinirken, davetlilerin kıllarını kıpırdatmadan düğünü izlemelerine benzemez mi? Ben bunu nasıl kondurabilirim üzerime? Sana böyle kepazece bir ahlaksız teklif aldığımı söylemiyorum. Ama bu koca dünyada her saat sürüyle insan telef ediliyor, boşanma davaları açılıyor, cinnet faciaları yuvaları yıkıyor, aile kavgaları yaşanıyor.”

Seçkin baba o zaman dayanamadı. Ağlamaya başladı. Oğlunun yufka yürekliliği ve samimiyeti karşısında hayranlık duymak zorunda kaldı. “Bana izin ver,” dedi. “Hava almak zorundayım.”

Evden ayrıldıktan sonra, Kahraman, iç sesini dinledi. Doğru yolda olduğundan emin miydi? Milyarlarca insanın acılarını paylaşıyordu. O zaman şöyle düşündü:

“Tanrı bana bu canı ve okuma, inceleme, araştırma ve yazma isteğini verdi. İçime sevgi tohumlarını eken O, beni bir şekilde sınayacağını haber ettiği kitapları aracılığıyla konuştu benimle. Beklemeliyim. Yakında zaman dolacak ve ben bu sınavdan alnımın akıyla geçeceğim.”

Beklemeye koyuldu. Mahalle bakkalı ve lostra salonu sahibi, Seçkin babanın yakın ahbapları ve dostlarıydılar. Kahraman, babasının, otuz yılını beş metrekarelik bir dükkânda harcayıp tüketen ayakkabıcının yanında olduğunu düşündü. Evde kapalı ve yalnız kalmak istemedi. Dayanak tellerinden biri kırılmış siyah bir şemsiyeyi kaptığı gibi kendini sağanağa attı.

“Hem böylece Cevdet ve Ramis amcalarla da iki laf etmiş olurum,” diye düşündü. İnsanın yalnız kalamama nedenlerinden birine daha tanık oluyordu. İnsanlar bir araya gelerek, aynı sofrada yemek yiyerek, bir yastıkta kocayarak, ortak sıralara oturarak, aslında içlerindeki korkuları, huzursuzlukları paylaşıyorlardı benzerleriyle.

Kahraman ne zamandan beri ilk defa bu son derece insani duyguyu yüreğinde hissetti. Makinesi başında yırtık pabuçları diken Ramis ve şekerleme ve bayat ekmek satarak geçimini sağlayan Cevdet ona moral olabilirdi.

Ağaç dalları yapraksızdı, inci tanelerini andıran yağmur damlalarına mesken tutmuşlardı. Su arkından kayıp gitmekte olan kuru yapraklara takıldı gözleri. Paçalarını sıvadı önce, olmadığını görünce kalın yün çoraplarının içine sıkıştırıverdi.

Peki ama ayda yılda bir yüzlerini gördüğü bu insanların içine girdiğinde ilk sözü ne olacaktı? Nasıl bir ilk izlenim uyandıracaktı? Bir amacı olmalıydı. O da, babasını merak ettiğini söyleyebileceğini geçirdi aklından.

“Babam arada sırada sizinle konaklıyor. Nerede olduğunu çok merak ettim. Allah başımızdan eksik etmesin onu. Evet ya, tam da tahmin ettiğim gibi, bayat ekmekle bayat gazetenin iyi gideceğini düşünmüş gene. Ve tayfasına takılmış. Babam!” diyecekti.

Aslında sevgi sözcüklerini, duygularını belli edemediğinden, utangaçlığından ve bunu erkeklik gururuna yediremediğinden halk arasında dile getirmezdi. Şimdi bunun sırası değildi. Babasının eli dolu olabilirdi. Yolunu gözlemek yetmezdi, yardımına koşmalıydı.

Fakat nedendir bilinmez, yolun yarısına varmışken, bahçe kapısının sürgüsünü çekmediğini anımsadı. Takıntılı yapısı ayaklarını geri geri yürüttü. O zaman parlak bir şimşek çaktı ve bakan gözlerin çoğunu aldı. Kahraman da bunlardan biriydi. Dengesini yitirmiş, şemsiyesini elinden düşürmüş, yüzükoyun çamura kapaklanmıştı. Sanki yer sarsılmıştı o gök gürültüsüyle. Hava da iyice kararmıştı.

Kuş seslerini duyabiliyordu hala. Artık içinde o heves, iştah ve heyecan kalmamıştı lostra salonuna gitmek için. “Babam oradaysa yakında gelir, hem hava almaya çıkmıştı,” diye mırıldandı. Duş alıp üstünü başını değiştirmek için evine girecekti ki, gene yürekleri ağza getiren bir yıldırım olanca gücüyle indi alnına toprağın. Ve yağmur dinmek bilmez hızla dövdü toprağı.

Kahraman, böyle zamanlarda kontrol ipleri elinden kaçmasın diye durgun davranır, kolaçan eder ve sadece dinlerdi. Yağmur damlalarının sesini duyuyordu. Bir güvercinin saçak altındaki yapı kalasında silkindiğini gördü. İkinci bir kuş, sanıyordu ki kanaryaydı türü, bahçesinin “göbek deliği”nde boy vermiş kiraz ağacının dallarına tutunmuştu. Yakınına ilerlediğinde onun bir muhabbet kuşu olduğunu anladı.

Odunluğa yanaştı. Üzerini değiştirip temizlenmeden önce üç beş avuç çıra yarmak, soba kovasını doldurmak istedi. Kömür madenlerinde çalışan madenci işçilere dönmüştü yarım saat içinde. Gene odun kırar ve dolu çuvalların ağızlarını açıp kürek kürek kömürü metal kovalara doldururken, uysal ve evcil muhabbet kuşunun sığınacak bir kuruluk aramadığını da kaçırmıştı gözden. Sanki hayvan sudan etkilenmiyordu. Sudan çıkmış balığa dönmüştü oysa. Titrediğini dikkatlice baktığında seçti ve buğulanan, yağmur damlaları organik camında birikmiş miyop gözlüğünü gömleğine sildi. Artık daha net görebiliyordu.

Oradaydı. Yeterdi. Sevinci katlanarak arttı ve ıslak tüyleri yapışmış muhabbet kuşunun titrediğini gözlerini kıstığında anladı. Hayvanın yardımına koşamazdı. Çünkü kiraz ağacının yüksek dallarından birine tünemişti. Ses çıkarmaya çalıştı, elma çürüklerini hayvana savurdu, bir düzine kok kömürü havada uçuştu sonra. Yerinden kımıldamaya niyeti yoktu. Onun korkak ve çekingen tabiatına anlam verdi ve çatıya çıkmanın yolunu aramaya koyuldu.

Balkon demirlerine tırmanıp dama uzandı, kaslı kollarıyla bedenini ağır ağır çekip çatıya ulaşınca adını Kaan koyduğu kuşla göz göze geldi. Ve:

“Sana bu ismi layık gördüm kuşcağız,” dedi. “Beni istersen baban, istersen sahibin, istersen de yaratıcın olarak gör. Bu beni ilgilendirmez. Seni elime bir geçirirsem, bana çektirdiğin sıkıntıların hesabını senden sorarım. Sanki donakalmış gibi. Hey! Kaan, aç kanatlarını ve kafese konulmaya hazır ol!”

Bir an için hayvana niçin Kaan adını layık gördüğünü sorguladı. Sonunda onun en başında kanarya olduğunu sandığı geldi aklına. Bu hayvanlar şakraktılar, coşkuluydular, şendiler ve arya söylüyorlarmışçasına neşeyle açıyorlardı ağızlarını.

“Kaan Arya! Kaan Arya! Kaan Arya!” dedi.

Hayvana uygun gördüğü adı ve soyadı hızla ve birbiri ardına söylediğinde şimdi niçin bu düşüncelere mecbur ve mahkûm olduğunu kavramıştı.

Dala uzandı, tutunamadı. Dikkati elden bırakmadan rüzgârın savurduğu kiraz dalına uzanmalıydı. Hayvanın ürkmesi durumunda ne yapacaktı peki? Kaderine küsüp nasırlı ve su toplamış narin elleriyle odun kırmaya, kömür taşımaya devam edecekti.

O zaman hiç beklenmeyen bir şey oldu işte. Bir bacağını dala uzatmıştı Kahraman, diğer ayağıysa bedenini destekleyip sabitlemek adına çatıda kalmıştı. Bacakları ters “V” harfi şeklindeydi.

“Bacaklarımın açısı doksan derece olduğunda yandığımın resmidir,” diye mırıldandı. Ağaç gövdesi taşıyamadığı ağırlığın ve kaldıramadığı baskının etkisiyle esneyip eğilmeye başladığında bitiştirmeye çalıştı bacaklarını. Bir yere kadar elbette. Yüksekliği ne kadardı bu kiraz ağacının? Yoksa kiraz mevsiminde yolunan yapraklarının, kırılan dallarının, çalınan meyvelerinin intikamını mı alıyordu şimdi?

Yağmur kiremitleri de ıslatıp kayganlaştırmıştı. Bir terliği sağ ayağından uçup gitmişti. Dişini sıktı, ama ne pergel gibi açılan bacaklarını kapayabiliyor ne Kaan’a uzanabiliyor ne de çatıya ya da ağaca bedenini atabiliyordu. İki arada bir derede kalmak derlerdi bu duruma. Deyim de tam yerindeydi. Pes etmek üzereydi. Uğruna bunca zahmeti çektiği muhabbet kuşunun en tepkisiz, en umursamaz ve en duyarsız haline bürünmesi nedeniyle Tanrı’nın gazabına uğradığını düşünmek zorundaydı şimdi de. Eğer Tanrı onun niyetini kestirememiş olsaydı, onu kafese kolaylıkla kapatabilecekti. Ama O, işin içinde bir iş olduğunu anlamıştı. Ve olan oldu.

Sırtüstü yere çakıldı. Ve elbette bir anda canı gitti, nefesi kesildi; tulum çalgısı yere düştüğünde çıkan sese benzer bir ses ağzından kaçıverdi. Acısından bağıramadı bile. Ve yarım dakika sonra kapadı gözlerini, bunu yapmak zorunda kalmıştı. Yoksa kuş pisliğinin yüzündeki deliklerden birine girme ihtimali akla gelmeseydi, bunu da yapmazdı.

“Demek yüzüme pisledin, ha?” diyebildi kendine geldiğinde. Bir sapan olacaktı ya, canına okuyacaktım senin!”

Zahmetle doğruldu. “Sana iyilik edende kabahat,” dedi. “Haydi bakalım, bu soğuk günlerde senin gibi evcil, zayıf, uysal bir muhabbet kuşunun nasıl hayatta kalacağını göreceğiz. Oysa ben sana vadediyordum. Sana bir kafes ayarlayacaktım. Çalışıp kazanacak, vitaminli yem ve ilaçlı sularla besleyecektim seni. Ama sen inat ediyorsun. Yerinde olsaydım, bu inadımdan vazgeçer, kanatlarımı açar ve sahibimin omuzlarına konardım. Ha, eğer sahibin olarak beni görmek istemiyor ya da başkasının elinden yemlenmek istiyorsan, o halde çık git bahçemden. Zaten bu bahçedeki bir ağaç dalına tünemeseydin dikkat etmezdim sana, başımı çevirip bakmazdım. Ama böyle davranarak tarafımca sahiplenilmek istendiğini düşündüm. Bak, galiba sırtımı incittim; çünkü iniş pek sert ve ani oldu.”

Topallayarak odunluğa girdi, istif edilmiş kömür çuvallarını yeniden düzene koyuyordu. Çalışıp iş görürken bir gözü de hayvanındaydı. Aslında aralarındaki bağ çoktan kurulmuştu. Sadece tatmin etmek istiyordu duygularını. Onu kafese hapsetmek, kanatlarını okşamak, yemleyip sulamak, kendine muhtaç bir hayvanı olduğunu düşünmek istiyordu.

Hava iyiden iyiye karardı. Güneş açmaz olmuştu. Mevsimi olmamasına rağmen, ağaçlar tek tük patlamaya da başlamıştı. Yorulduğunu anladığında, küflü baltanın sapını duvara dayayıp, üzerinde çıta ve odun kırdığı kalın yassı kütüğe oturdu. Parmak uçlarını birleştirip düşünmeye başladı.

“İnsanlar niçin yazdığımı merak ediyorlar,” diye geçirdi aklından. “Galiba onlar büyük bir romancı ya da romantik bir şair olacağımı zannediyorlar. Budalalar, elime kalemi almamın tek nedeni ‘şu an’ üzerinde kimsenin düşünmemiş olmasıdır. Eğer ‘şimdi’ incelenir, kayıt altına alınır ve geleceğe taşınırsa, insanlar benim hem bir kâhin hem de elçi olduğumu anlarlar. O yazıları okuduklarında, ‘Aman Allah’ım, demek biz oyalanırken, koştururken, saçma sapan eylem, eğlence ve oyunlarla zaman kaybederken biri bizim adımıza çalışıyormuş. Hem de notlar tutmuş,’ diyecekler. Demeseler de umurumda bile değil. Bu gerçeğin farkına varan diğer insanlara tanıtırım kendimi, yeter ve artar aslında.”

Gerçeğe döndüğünde yağmurun çiselediğini gördü. Bir on saniye sonra da ne olduğunu anlamadan kendini odunluğa atmak zorunda kaldı.

Yağan dolu taneleri önce tespih tanesi büyüklüğündeydi, sonra taneler nohut iriliğine ulaştı, en sonunda da insan gözü kadar büyüdü boyutları. Baş yarabilirdi. Toprağa saplandığında neredeyse yarım santimlik çukurlar oluşturuyorlardı. Bir tanesini eline aldı. Onun sıcak, yapışkan ve renkli olduğunu gördü. Sertleşmiş kar ya da buz değildi, cam da değildi, bilinen metallerden de eritilmemişti.

O zaman dehşetle kiraz ağacındaki hayvana seğirtmek istedi. Bu şeylerden biri hayvana değdiği anda onu canından edebilirdi. “Ah, aklıma da gelmişti,” dedi. “Baba! Camdan baksan iyi olur.”

Zıplayıp iki metre yukarıdaki pencereyi tıklattı.

“Şu muhabbet kuşuna bak, canından olacak. Nasıl da daldan dala sekiyor… Sanki meteorit yağmurundan kurtulmak için manevralar yapan bir yıldız destroyeri, değil mi? Evet evet! Aynen öyle. Az önce adam gibi, kendi isteğiyle teslim olması için az dil dökmedim. Onun yüzünden neredeyse belimi sakatlayacaktım.”

Aslında boşuna yoruyordu çenesini Kahraman; çünkü Seçkin baba da biliyordu ki, o, kuşun acı ve feci sonunu görmemek adına, bu boşluğu sözle doldurmaya çalışıyordu. Nihayetinde sapan taşını yemiş bir güvercin gibi yığıldı yere. Gövdenin dibine düşmüştü.

Aradan bir saat geçti, yola koyuldular. Ona umut ve enerji aşılıyordu. Seçkin baba, Kahraman’dan aşağı kalmamak, ona ayak uydurmak, boynuzun kulağı geçtiğine kimseyi inandırmamak için eşit adımlarla ilerliyordu yanında. Niyetleri aslında ceplerindeki bozuklukları sağa sola saçıp harcamaktansa koruyabilmekti. Bu yüzden ne dolmuş ne de halk otobüsü peşinde koşturdular.

Tepelere vuracaklardı. Alıp başlarını çekip gideceklerdi. Belki en nihayetinde soluğu Karakovan ya da Oybaşı köyünde alırlardı. Yolculuğun uzunluğuna ya da kısalığına kimin karar vereceği belliydi.

Kahraman, babasının gözünü önünden ayırmaması, ta uzaklara, ulaşılmaz tepelere kaydırmaması için onu lafa tutuyordu.

“Ya, demek şu ufkun altındaki kahverengimsi belirti, öyle mi, gideceğimiz yer?” demesinden çekiniyordu. Böyle demesi halinde tüm büyü, işin sihri ortadan kalkacaktı.

“Ne dersin, tuzlu fıstık alalım mı, bir liralık?”

“Olur, ancak bakkala sen uğra. Bizimkiler senin peşine takıldığımı duyar ya da görürlerse mahallede adımı çıkarırlar. Onlar senin hayalci bir boş serseri olduğunu düşünüyorlar. Evde olduğun zamanlarda sadece elektrik ve su faturasını kabartan, bir işe yaramayan, yan gelip yatan, dünya işlerine kafa yormayan, memleket meselelerini hiçe sayan birisin sen, onlara göre.”

“O zaman başka kapıya uğrarız biz de.”

“Sen nasıl istersen. O zaman önlerinden geçmeyelim. Çerçiler Mahallesi’nden geçeceğimize göre, orada Emin Çavuş’un bakkalı var, oradan alalım çerezimizi yemişimizi.”

Seçkin baba, ağzından çıkanı duyan oğlunun bu sözlerden etkilenmeyeceğini gayet iyi biliyordu. Çünkü Kahraman kendi halinden o kadar memnundu ki, babasının sözlerini tebessümle karşılamıştı. Çünkü onu etki altına almaya çalışıyorlardı.

“Onların düşünceleri benim için önemli değil, baba,” dedi. “Ben halimden memnunum. Onlara kalsa, bahçelerindeki ağaca konan bir serçe bile o gövdenin kör baltayla devrilmesine nedendir. Ama ben öyle düşünmedim. Zahmetini çekip belki yakalarım umuduyla çatıya çıkıp uzandım. Ama yetişemedim. İlgilenmiyorum. Ne siyaset ne ekonomi ne de spor müsabakaları benim ilgimi çekiyor. Bir tane bile arkadaşı olmayan, yol sıra gidip çay sıra gelen, asosyal bir yaratığım ben. Ancak bu halimden çok memnunum. İnsanlarda şüphe uyandırıyorum. Çünkü kendilerine, ‘Acaba bizim bilmediğimiz bir bilgiye mi vakıf?’ diye sormak zorunda kalıyorlar. ‘Acaba ruhsal bir âlemden mi sesleniyor bize? Tanrısal bir boyutta mı yaşıyor? Yoksa ruh mu o?’ Evet, böyle düşünüyorlar. Ben bu dünyadan değilim baba. Asla da bu dünyadan olmayı düşünmedim. Dört sene evvelini anımsıyorum. Bozuk para bütünletmek için bakkalın tekine girmiştim. Sırada bekliyordum. Önümde bir lise talebesi, bir de entarili ev kadını vardı. Sıra bana geldiğinde, kasa başındaki hacı sakallı esnafa, hangi günde olduğumuzu sordum. Adam o kadar cahildi ki, beni bilim kurgu romanlarından fırlamış zaman makinesi hikâyelerinde yaşayan karakterlere bile benzetme gereği duymadı. Oysa: ‘Gelecekten mi, geçmişten mi?’ sorusunu da bekleyebilirdim ondan. Dalga geçtiğimi düşündü. Beni adam yerine koymadı. Yok saydı, hiçe saydı. Patlamış mısır satın almak isteyen bir ilkokul veledinin hizmetine koştu. ‘Bunak, şu paraları bari bütünle!’ dedim, hırsla. ‘Yemin olsun o ak sakallarını boşuna uzatmışsın. Allah bilir, senin kibrini azdırıp bencilliğini kabartan bu bakkal dükkânı içinde öleceğinden korkup ben gibi umut dolu insanlara kafa tutuyorsundur.’ Ve adam anlatmaya başladı, ağzımı açıp coşup koptuğumda; çünkü damarına basmıştım. ‘Ölüm’ sözcüğü zayıf halk kitlesi üzerinde etki ediyor. Ama bırak sen bunları. Ver bozuklukları. Ama dur hele… En iyisi alışı sen gerçekleştir. Elli yaşını aşkın, saçlarına aklar konduran zamana aldırmayan, emekli bir erkeğin bir liralık çereziyle, hangi günde olduğunu merak eden bir hayalcinin çerezi elbet eşit olmaz. Sana bol kepçe koyar, lafın gelişi. Bana iki çay bardağı kadar, sana avuçlar…”

On dakika boyunca suskun kaldılar. Duydukları, başka insanların sesleriydi. Hurda demir eskileri, alüminyum kırıkları, eski beyaz eşya parçaları satın alan bir hurdacı karşılarından üzerlerine geliyordu. Seçkin baba atın yularına uzandı, hayvanı okşadı, arabacıya hurdaların kilosunu kaçtan aldığını sordu.

Yaşlı adamın gözleri şaşı gibiydi: “Efendim, kantarım şaşmaz,” deyip, ince kollarını işaret etti. “Satacak eskileriniz varsa, ağırlıklarını bu kollarla ölçeceğim. Çünkü anam dedi ki…”

Seçkin baba, söz kesti; atın sağrısına bir şaplak indirip yoluna devam etti. Kahraman, küheylanın içler acısı haline üzülmüştü. Tekerlekleri otomobil lastiğindendi arabanın ve iki tona yakın yük bindirilmişti tahta kasaya.

“Ne satacaksın?” dedi Kahraman.

“Hiç,” dedi babası. “Sadece atın iki dakika dinlenmesini sağlamaktı amacım. Adam baş yukarı yokuş çıkarken bile arabadan inmiyor. Sen de gördün. Zaten hayvanın canı çıkmış. Nasıl da nefes nefese kalmış. İyilik yaptım. Ama sana istersen adamın sözünü kestiğim için anlatacaklarını sıralayabilirim. Üniversite Mahallesi’nin bitiminde Kastamonu yolu başlıyor. Orayı aşıp geçelim, anlatırım.”

Genç adam ayçiçeği çekirdeklerinin kabuklarını avuçlarında biriktirmişti, atacak bir çöp konteynırı arıyordu. Elli metre ötede bir tane vardı. Anlatacak ne çok öyküsü vardı. Bu yüzden acele etmemeliydi. Babasını bir elektrik direği dibinde bırakıp ağır adımlarla ilerledi.

Çerçiler Mahallesi’ndelerdi. Babasının, bu yaşta bile, tanımadığı, yolunu suyunu bilmediği mahallelerde dolaşmaktan hoşlanmadığını anımsadı.

Yükünü boşaltmaya gidip geldiğinde babasının ortadan kaybolduğunu anladı. Bıraktığı direk dibinde yoktu. Bir mahalle oğlanı, gözlerini direğe yummuş, güdek yerini kollamış, birden yüze kadar sayıyordu. Çocuğa yanaştığında onun çopur suratlı biri olduğunu gördü. Telaşlanmıştı. Alzheimer hastası ya da bunamış biri değildi babası. Aksine yaşına ve ruhuna göre dinç sayılırdı. O yüzden ruhsal ya da psikolojik sorunlar nedeniyle telaşa kapılmasına gerek yoktu.

Çevredeki apartmanların balkonlarına ve açık pencerelerine göz attı. İki kız bitişik balkonlardan uzanmış sohbet ediyorlardı. Çamaşır iplerine, baloncuk yapan çocuklara, bir postacıya, saklambaç oyunundaki çocuksu gizeme odaklandı sonra. Mahalle hayatından hoşlanmazdı. Ev kadınlarından, bulaşık ve şımarık mahalle oğlanlarından nefret ederdi.

Az sonra seslenip omzuna dokunarak babasını soracağı güdek yeri bekçisinin annesinin etrafta olup olmadığını anlamaktı amacı. Kadından laf işitmek istemezdi. En son arzusu art niyetli, suçlu kılıklı, sevimsiz biri olarak görülmekti. Hesap vermeye de hiç niyeti yoktu.

Çaktırmadan oyuncuların gizlendikleri noktaları not etti aklına. Biri işte şu apartmanın bodrum katındaki kömürlük penceresinden bakıyordu. Diğeri köşeye park etmiş traktör römorkunun içindeydi. Bir diğeri anahtarlarını arakladığı ağabeyinin arabasının arka koltuğuna iki arkadaşıyla gizlenmişti. En aptalı hala saklanacak yer arıyordu.

Kahraman, diğerlerinin nerelere gizlendiklerini bulamadı. Ama küheylanın, canını çıkaran yokuşu tırmandığını biliyordu artık.

“Ufaklık, adın ne senin?” diye seslendi.

Fakir mahallelerin çocukları terbiyesiz, ters, dikbaşlı ve küfürbaz olur. Tam dayaklıktılar. O yüzden Kahraman dişlerini ve yumruğunu sıktı. Bu çocuğun kemiklerini kırmak, onu ayakları altına alıp bir güzel tepelemek istedi. Bunu yapmadı ama. Derin bir nefes alıp şu beton elektrik direği dibinde az evvel birini görüp görmediğini sordu. Çocuk cevap vermedi. Saklanan oyuncuları arıyordu. Yerinden korkaklığı ve cesaretsizliği yüzünden ayrılamıyordu.

“Ebeleneceğinden mi korkuyorsun?”

“Hayır. Nerede olduklarını biliyorum. Osman, ablasını belleyip anasını satan babasının polislere teslim olduğu yerde, işte nah şu kömürlükte,” dedi. “Kaya’nın değnekçi ağabeyi Türkan -anlarsın ya, o biçim- işte kardeşine saklanabilsin diye şu hurdayı aldı. Onlardan nefret ediyorum. Her seferinde aynı yerlere saklanıyorlar. Her seferinde hem de…”

“Fakat bunun neresi kötü? Adım Kahraman. Kaç yaşındasın sen? Dur tahmin edeyim. On, on bir ya da dokuz, değil mi? Ben de senin yaşındayken bu oyunlarla az vakit geçirmedim. Benim uyanıklığım onların saflıkları vardı. Her seferinde alt ederdim kerataları. Bir keresinde hava kararmıştı. Topçular Caddesi’ndeki Çıkmaz Sokak’ta oynuyorduk. Güdek yerine Maytap Necmi’yi bırakmıştık. Ondan sonra Akil ebe oldu. Ve sadık dostum Erkan yanımdaydı. ‘Nasıl ebeleyeceğiz?’ dedi, fısıltıyla. ‘Sen bana bırak orasını Erkâncığım!’ diye yanıt verdim. Planım basitti. Akil, budalanın tekiydi. Tebeşir taşıyla duvarlara çizimler yapardı. Babasına gıcık kapardı. O, polisti. Bu yüzden netameli işlerle uğraşanlara kanı kaynamıştı. Her neyse… Akil, karanlıktan, geceden, görüş alanı darlığından ve akıldan faydalanılarak sobelenilebileceğinden habersizdi. ‘Erkan,’ dedim. ‘Şimdi sana söylediklerimi harfiyen yerine getirebilirsen, ikimiz de bu haytanın ardından su dökeriz. Ben bu konuda uzmanım. Yani endişelenmene gerek yok. Bak, görüyor musun? Direk dibinden her yöne ancak on metre ayrılabiliyor. Korkuyor. Korkuyla becerilmez Erkan. On metre… On metre Erkan. Akil kendi kuyusunu kazıyor. Böyle korumacı davranırsan ananı bellerler. Senin için söylemedim, Akil’e dedim. On metre… Neden mi? Çünkü bu akşam karanlığı bir insanın ancak on metreden sonrasını görememesine nedendir. O yüzden şimdi bu konteynır ardından açığa çıksak, bizi fark etse bile kim olduğumuzu anlayamaz. Seni Selen’e beni Dilruba’ya benzetir. Ama yanlış tahmin. Kim olduğumuzu bilmek zorunda, değil mi?’ ‘Peki ne yapacağız?’ ‘On metre yakınına dek yaklaşacağız. Ama bunu hesaplı kitaplı yapacağız. Eğer bu boyla, çocuksu hareketlerle, hızlı hızlı ve telaşlı yaparsak bu işi, ebelendik demektir. Yumarız gözlerimizi. Ve bu karanlıkta güdek olmak da hiç kolay değil. O yüzden ben senin komutanın olacağım, sana emirler yağdıracağım. Beni oraya dek omuzlarında taşıyabilirsin, değil mi?’ ‘Kaç kilosun?’ ‘Her öğün iki hamburger ve yarım litre ketçap ağırlığındayım, sadık dostum Erkan. Beni taşıyabilirsin, değil mi?’ ‘Kaç kilosun Kahraman?’ ‘Her öğün birkaç porsiyon kebap ve bir litre kola ağırlığındayım Erkan. Beni taşıyabilirsin, değil mi?’ ‘Öyle olsun.’ ‘O halde beni iyi dinle. Şimdi şu çöp konteynırının kapağını kapatıp üzerine çıkacağım. Oradan üzerine bineceğim. Ve ellerinden tutacağım.’”

Oğlan, lafa tutulduğunun farkında değildi. Nöbet yerini terk etmişti. O zaman Kahraman, içinde uyanan çift başlı yaratığın boyunlarından sağda olanına kollarını dolamıştı. Aklınca solda, şeytan taht edinmişti; zıttı yönde, sağda, merhamet ve iyilik diz çökmüştü.

Oyuncuların direk ardından güdek yerine ebelemeye sırayla yaklaşmakta olduklarını da kaçırmadı ağzından. Kıs kıs gülüyordu.

“Son kez soruyorum ebe şey!” dedi. “Babamı gördün mü?”

“Ne alacağım karşılığında?”

“Sana nereye saklandıklarını söyleyebileceğimi belirtmemiş miydim?”

“Onları elimle koymuş gibi bulurum. Sen bana paradan haber ver. Az evvel bakkaldan çıktığınızı gördüm. Ben o bakkala doğduğum günden beri sadece iki defa girdim. Birinde Melahat yenge ekmek almam için yollamıştı beni, diğerindeyse cips aşırma yöntemleri üzerine kafa yoruyordum. İddiasına da girmiyorum. Normalde bu saklambaç oyunu bile bir şeyine oynanır Çerçiler’de. Ancak sen ne anlarsın… Hem bacak kadar boyu olan bir çocukla iki laf ettiğine göre, değişik biri olmalısın.”

O sırada öğle ezanı okundu. Okul çocukları sınıfları boşaltmış, yollara, meydanlara, parklara dökülmüşlerdi. Okunan ezana eşlik eden sol arka bacağı topal bir sokak köpeği uluyordu aynı anda. Kahraman bunun ilahi bir işaret olup olmadığı konusunda tereddütte ve kararsızdı. Çünkü bu konu hakkında kafa yoranlar da aynı görüşte birleştiklerini çekinmeden dile getirmekteydiler. Herkesin aynı görüşte olduğu ve bildiği bir şey göksel olamazdı. Mucizeler tek ve özel olmalıydı.

 

-DEVAM EDECEK-

Yazar:

Mustafa Bilgücü
En Son Yazıları

Yorum yaparken lütfen hikaye ya da filmlerin konusunu açık etmeyin ki her okuyan sizle aynı zevki alabilsin ;)

yorum