Musalla taşındaki ihtiyar başını kaldırdı ve ona baktı.
Tuhaf bir duyguydu; çünkü göz kapaklarının titreştiğini, sağa sola döndüğünü, yatakta büzülüp gerindiğini hissediyordu. Bir kâbus görüyor olduğu kesindi. Ancak mermer yatak üzerinde boylu boyunca uzanmış olarak yatan ihtiyarın gözlerine bakmadan da edemedi.
İhtiyarın yanına iyice sokulduğunda, kulağına eğilmek istedi. Sesini duyurmakta zorlanıyordu. Bakışları: “Gelsene ya be yavrum! Sana söyleyeceklerim var!” der gibiydi. Düşünülen oldu ve merakına boyun eğdi. Belki saklı bir küp altını vardı ya da mirasını pay edeceği kendi kanından bir tek erkek evlada sahip değildi.
Faydalanmak istedi, ancak yaşlı adamın sözüne de merakla kulak verdi.
“‘Bey amca, seni bu musalla taşına yatıracaklarını bilmiyor muydun?’ desene be evlat!” diye başladı yaşlı adam. Genç adam, dili tutulmuşçasına kalakaldı öylece. Musalla taşında bile baskın karakter akıl işi, hayır alameti değildi.
“Peki, ihtiyar amca, diyeyim o zaman…” oldu yanıtı genç olanın.
“Şimdi sana burada vaktimin gelişini niçin beklemem gerektiğini anlatmalıyım, öyle değil mi?”
“Söylemek istediklerin vardır diye sokuldum yamacına.”
“Doğru, evlat, gerçekten söylemek istediklerim var. Uzandığım şu mermer taşından da anlayacağın üzere gidiciyim ben. Gidiciyim derken elbette öte dünyayı boylamak üzere olduğumu söylemeye çalışıyorum.”
“Kim olduğunu merak ediyorum.”
“Kim olduğumu bilebilmen için benimle iş ilişkisi içinde olan, ayrısı gayrısı bulunmayan insanlara beni sormalısın. Onların bazısı aç yataklarında, tok yatanlardan hesap sormadığım için kızgınlar bana. Bazısı çekilen çilelerin hesabını benden soruyorlar. Bazısı çekişmelerden, kavgalardan, ayrılıklardan şikâyetçi. Yani topunun benimle ilgili bir kuyruk acısı, yürek yarası vardır. Emin ol senin de benimle ilgili bir problemin vardır kesin.”
Genç adam hem konuşulanları dinliyor hem de mermer yatak üzerindeki yaşlı adama doğru dal kollarını sallandıran dut ağacındaki tatlı ve sulu meyvelerden koparıyordu.
“İşte bu yüzden…” dedi yaşlı adam. Genç olanı bir avuç olgun dut meyvesini kıtlıktan çıkmışçasına ağzına attı.
“Ne?”
“İşte bu yüzden…”
“Delirmiş olmalısın be bunak. Yerinde olsaydım numara yapmaktan vazgeçerdim ve ayaklanıp evime giderdim. Arayan soran yok mu seni? Gerçekten aklını kaybetmiş olmalısın. Gerçekten! ‘Ölmeden ölünmez’ diye bir söz vardır, bilir misin? Yaşlı adamları, ihtiyar emeklileri, ak sakallı hacıları, bastonlu hocaları görüyorum da, hepsinin eli işte gözü oynaşta. Yani demeye çalıştığım, yaşlılığın getirdiği yorgunluğa inanç diyen bu insanlar hayatlarının bitkin, yılgın ve son dönemlerinde musalla taşından Azrail’den kaçar gibi kaçarlar.”
“Ne dediğinin farkında mısın sen dinsiz? İmansız! Hayırsız! Belanı bulacaksın. Tövbe et çabuk!”
Genç adam uyanmaya zorladı kendini. Kötü kâbusun içinde sıkışakalmıştı. Çevreden gelen sesleri duyup bunların uyarıcısı olmasını istedi. Ancak gece karanlığı içinde ses seda yoktu. Yaşlı adam konuya gelmek niyetindeydi.
“İnsanlar beni öldürecekler, evlat!” dedi.
“Öldürecekler mi? Sen zaten ölümü temenni edenlerden değil misin? Sana dilimde tüy bitti şu musalla taşında olmaman için gerekli ikazları yaparken. Buna rağmen kendi ecelini sırtlananlardan olmadığını iddia ediyorsun, öyle değil mi?”
“Evet, beni bu taşa insanlar taşıdı. Kanıtlayabilirim. Yemin ederim ki beni bu taşa insanlar taşıdı.”
“Bu da onların seni öldürmek istedikleri anlamına geliyor, öyle mi? Saçmalık. Bence sen uyurgezer bir budalasın ve gece gezmesine çıktığını bilmeden yuvandan uçtun, burada soluğu aldın ve bu zamana kadar da uyanmaya cesaret edemedin.”
“Yanlış.”
“Doğru olan nedir?”
“Doğru olan insanların benden vazgeçmeleridir.”
“Vazgeçmek mi? Senden uyuz köpek bile yüz çevirmiştir be adam. Ne yani, ayaklarına mı kapansalardı? Yaşına başına bak. Bir kadını mutlu edemezsin. Pazardan alışveriş yapamazsın. Belinin tutulduğunu, diz kapaklarının kilitlendiğini söyleyip, numaradan evde yatar durursun.”
“Ama ben kimim?”
“Sen inatçı bir numaracısın.”
Gitmeye yeltendi. Yaşlı adam bileklerine yapıştı, onu yanına çekti:
“Hayat bu…” dedi. “Hepimiz ölmeyecek miyiz?”
“Senin ölmeye niyetin yok yaşlı adam. Derdin sadece bana kaynayıp beni deli etmek.”
Kâbus burada sona ermişti. Uyandığında evden dışarı kendini atmak, saatlerce yürümek, gün batmadan da bu “lanetli ev”e dönmemek için her şeyini verebilirdi.
Babasının demlediği çaydan yudumlarken durgun ve düşünceli tavırları takıldı aklına.
“Hayırdır baba…” dedi. “Sabah sabah moralin iyi değil gibi.”
Ve babası anlatmaya başladı. Gözyaşı içinde kalan kelimeleri birbirine dolanıyordu. Rüyasını anlatmak ile susmak arasında karar kılmak zorundaydı şimdi. Ama sonunda içinde musalla taşı, Tanrı, ölüm ve kâbus geçen bir hikâye anlatmak istedi.
“Gece korkunç bir kâbus gördüm, Kahraman,” dedi babası. Akşamdan kalma tavuk kemiklerini, bozuk ciğer parçalarını bahçedeki lağım bacası üzerinde gerinen, yalanan, sırnaşık kediye savurdu. Onun nasibiydi bu. “Korkunç bir kâbustu. Bir ışık hüzmesi gördüm ve o peyderpey ölmek üzere olduğundan kabarıp göçüyor, inip çıkıyor, parlayıp sönüyordu. Sonra ışık bir musalla taşı üzerine çıktı. Bekledi. Ve konuştu: ‘Sonunda bunu da yaptınız ya ey insanoğlu!’ dedi. Ne yapmıştık? Kimin kılına zarar vermiştik? ‘Tanrı’yı öldürdünüz. Bunun hesabını vereceksiniz. Onu bir zamanlar bu musalla taşına yatırdılar. Canına kıydılar. Bunu nasıl yaptılar?’”
Böyle söyledi babası. Ve solgun ve sönük zayıf ışık demeti, kelimelerin peşine takılmışken o da ardı sıra yol aldı. İnsanın Tanrı’nın iktidarına son vereceğini anlattı. Tanrı ile insan arasında bir güç mücadelesi, iktidar savaşı yaşanacaktı. İnsan, kendi sonunu hazırlayacaktı. Çok düşünüp çok taşınmıştı. O’nun iktidar tahtını altından çekip almak için ne yapılmalıydı? İdeolojik ya da felsefi, sadece teorideki coşkun diyalektik yahut duyguları okşayan romantik yazı insan ile Tanrı arasındaki bağın kopmasını sağlayamıyordu.
Tanrı her zaman var olacak mıydı? İnsanlar olmasaydı, Dünya gezegeni üzerinde, yeryüzünde O’nu anımsayan, adını anan ya da zikreden, varlığını fanatikçe yorumlayan bir tek insan olmasaydı, o zaman ne anlamı olurdu O’nun? Anlamsızlaşırdı. Tıpkı ışığın sönmesi durumunda karanlığın tek başına varlığını sürdürememesi ve zaten aydınlığın da yerinde yeller estiğinden, bu “karşıtlar bütünü”nün kendini kendiliğinden feshetmesi gibi.
Ve ayrılmaya, bölünmeye, bireyleşmeye karar verdiler. Çünkü Tanrı’yı öldürmek istiyorlardı. Akvaryumdaki balıklar olmazsa, sudaki renkli objelerin, ufalanarak atılan yemin ne anlamı olurdu? Dünya üzerinde bir tek insan kalmazsa, neslimiz tükenirse, Tanrı yazdıklarını kime okuturdu? O’nun varlığı insana bağlıydı. Bu yüzden her şeyin var olabilmesi için insanın varlığı şarttı.
Kahvaltı sona ermişti. Keyif çaylarını içmeye başladılar. Gördükleri benzer kâbusların etkisi altında kalmışlardı. Eğlenmeye ihtiyaçları vardı. Hayatlarına hareket gerekliydi. Şakacı oğul ile duyarlı baba bir süre konuşmadan beklediler.
Masanın ayağına tutunmuş, tırmanan, sekiz bacaklı ve ürkütücü büyüklükteki örümceği ilk fark eden de oğul olmuştu.
“Gene mi geldiler?” diye haykırdı baba ve eline terliği geçirdi. Terliğin tabanıyla örümceğin bacaklarını ayırmak, bedenini ezmek isteyecekti. Örümcek masa üzerindeki peynir tabağına ve şeker kâsesine tırmanmaya çalıştı. Çatalın ucuyla itildiğinde bir bacağını taktığı çıkıntıdan kurtardı ve geri döndü. Zeytin çekirdekleri üzerinden geçti, ekmek kırıntılarına bastı ve saydam cam su bardağında kırılmış yansımasını gördüğünde onun çevresinde dolanmak istedi.
Baba, serçe parmağını su bardağına batırıp çıkardı ve örümceğin ufak bedenine bir damla akıttı. Hayvan sersemledi. Sağa sola sekmeye başladı. Ancak ev sahibi baba bu hayvana iyi bir ders vermek niyetindeydi. Önce onunla iyi geçinmeye çalıştı. Çünkü önce gönlünü kazanıp sonra esaslı kroşeyi indirmek, intikam almanın en güzel yöntemiydi.
Örümceği eline aldı ve aşağı salıverdi. Hayvan ördüğü ağ ipiyle kendini boşluğa bırakıverdi ama baba yere bacaklarını değdirmeden onu diğer eline geçirdi.
“Ne yaptığını görüyor musun?” dedi baba. “Bu zehirli bir örümcek ve beni sokmaya çalışıyor. Aklı sıra beni zehirleyecek. Doğrusunu söylemek gerekirse onu elime geçirdiğim andan itibaren bir düzine saldırıya uğradım. Isırıkları acı vermez, zehri tesir etmez. İnsanlar onlar tarafından her gün milyonlarca defa ısırılırlar. Bu iş genelde geceleri, uyku sırasında olur. Tanrı onları niçin yaratmış acaba? Bazen bedenimize bizi akıllandıracak bir şey enjekte ettiklerini düşünüyorum. Hani şu evrim dedikleri şey var ya. Yani yağmur gibi. Bahçemizdeki kiraz ağacının meyveleri kızarıp, olgunlaşıp, tat vermeye başlamak zorundalar. Bunun için toprağın yağmurla aşılanması lazım. Onun gibi bir şey…”
“Neden durmadan ısırıyor olabilirler baba?”
“Kanımızı emerek beslendiklerinden adım gibi eminim. Eline almak ister misin?”
Parmak uçlarını birleştirdiler ve oluşan köprüden kayıverdi örümcek.
“Isırmaya, aşılamaya başlamış olmalı.”
“Muhtemelen. Belki sendeki değişimden hangi amaca hizmet ettiklerini anlayabiliriz.”
“Bende fazla bir değişiklik olacağını sanmam. Hem halimden memnunum. Kendilerini düşünsünler onlar.”
“Gece de uğruyorlar inan.”
“Gece yarısı mı?”
“Evet. Bir keresinde uyuyor numarası yaptım. Üç tanesi nereden geldilerse başlarını çıkardılar ve art arda üzerime çıktılar. Teki bacağımdan, diğeri koltuk altımdan, öteki yanağımdan soktu beni. Soktuklarını anlıyorum. Ama kızarıklık, kaşıntı yapmaz. Sadece sokarlar ve giderler.”
“Terörist bir saldırı gibi.”
“Uzaylıların işi olmasın sakın?”
“Dalga geçme baba. Uzaylıların olduğuna inanıyorum ama bu dalga geçilecek bir konu değil. Evrensel istihbarat ve Dünya kamu düzeni meselesi.”
“Anlıyorum.”
“Anlamıyorsun baba. Ya bedenimize enjekte ettikleri mikro yapıdaki nanoteknolojik robotlar insani özelliklerimizi silip süpürmek için yaratıldılarsa? Yani ya yeniden yapılandırılmaya çalışılıyorsak? Demek istediğim şu ki…”
“Demeye çalıştığını anlıyorum evladım. İş güç telaşı sinirlerini germiş. Saçmalıyorsun.”
Ne düşüneceğini bilemez bir hale gelmişti. Bazen “hastalıklı fikirler”inin esiri oluyor, bazen sıradan bir insan gibi günlük koşuşturmalar peşinde ömrünü tüketmek istiyor, bazen de sadece yaşamak derdine düşüyordu. Birilerinden şunu duymak istiyordu:
“Ey insanoğlu. Zamanınızı doldurdunuz. Artık sıra bizde. Ama size acıyacağız. Çünkü isteseydik direnç göstermenize karşın bir şekilde neslinizi tüketebilirdik. Ama kaderinizin elinizde olmasını istedik. Kendi kendinizin cellâdı olacaktınız. Bu yüzden… Bundan sonra kurallara uygun davranacaksınız. Kurallar mı? Hangi kurallar? O halde saymama izin ver. Gördüğün gibi senin adına da konuşuyorum. Bir defa, yeniden yapılandırılma işlemi sonunda kültür izleri zihninizden ve hatıralarınız aklınızdan silinmiş olacak. Göreceksiniz. Ancak o kadar işte. İki insan bir arada bulunamayacak. Bu, tıpkı, genelde boşanmış çiftlerden birinin aldırdığı, hanesine, misal, diğerinin beş yüz metreden fazla yaklaşmaması kararına benziyor. Bir arada olamayacaksınız. Tabii diklenmeye, insani yetilerini işletmeye, çiftleşmek için kanuna karşı gelmeye çalışanlar da olacak. Fakat en sonunda yenileceksiniz. Tek başınıza yapamayacağınız için arkadaşlar edindiniz, ev bark sahibi oldunuz, nikâh kıydınız, birlikte yol aldınız. İki elin daima sesi olmuştu. Saçma gibi duruyor, değil mi? Zamanı geldiğinde makarayı gör sen. O halde anlaşalım insanoğlu. Bu sözlerim daima tekrarlanacak. Daima tekrarlayacaklar ve tekrarlayacaksın.”
Yeni bir bilgi sahibiydi artık. Haklıydı. Topluluk halinde, sürü güdüleriyle yaşayan insanın yok olması düşünülemezdi. En azından basit çiftleşme mantığını kullanır ve hamile kalır, doğurur, ürerdi. Ama tek başına kaldığında dünya yaşanılmaz bir hal alırdı. Üstelik evrimi de tersine işlemeye başlayacak, kelimelerin büyülü ve şeytan tüyünün iliğe işleyen etkisinden sıyrılacaktı. Hayvansı bir yapıya bürünecekti. Artık anlamı olmayacağından markalardan, komplekslerden, sıfatların değerlerinden uzak dilsiz, bencil ve yalnız bir hayat sürdürecekti. Ama sonunda hayatından olacaktı. Olacaklardı. Bir bir öleceklerdi.
Evden dışarı çıkmak zorunda hissetti kendini.
Geri döndüğünde: “Mutlu olmak için insanın ayaklarına kapanmalı mıyım?” diye düşündü.
Suratındaki canlılıktan ve davranışlarındaki kararlılıktan otuzuna basmamış olduğu anlaşılıyordu.
İnsanları da anlayabilmiş değildi. Emindi ki şu dünyada üç kuruş için en sevdiklerini gözden çıkartabilecek kadar alçak yaratılışta olanlar vardı. Katillerden, canilerden, eli kanlı murdarlardan bahsetmiyordu. Bir anlık cinnet sonrası bilinçlerini yitiren bu insanları menfaat, para pul ya da azıcık zevk uğruna yasa dışı işlere bulaşanlarla bir tutamazdı. Çünkü insan istemeden bir hata ederse, bilmem ama belki bağışlanabilir. Ama hesaplı kitaplı cinayet işleyenler, suça bulaşmayı adet edinenler, hayırsızlığı meslek belleyenler Tanrı katında bile cezadan muaf tutulamazlar.
Adının Kahraman olduğundan emin olduğu kadar insanın özünde, saflığın, temizliğin, iyiliğin egemen bulunduğu o yerde, aydınlığın kol gezdiğine inanıyordu. Kimileri bunu iman tahtasının kuvvetliliğine yormuştur.
“Babama bu soruyu dün sordum,” dedi. “Bana ‘Nasıl anlatsam bilmem ki…’ cevabını verdi. ‘Bir anlık hata, cahillik, öfkeye engel olamamak, inan bana çok şeyleri yıkmaz ama belki zarardan dönmemize neden olur. Şu dünyada kavgalar oluyor oğul. Dövüş ediyorlar, birbirlerine giriyorlar, alıp veremedikleri nedir bilmem ama dünya malı için, savaşıyorlar, kan akıtıyorlar, ağlatıyorlar ve insanı doğduğuna pişman ediyorlar. Ben bu yüzden bu yaşımda ölümü temenni etmeye çalışıyorum.’”
Babasının anlatmaya çalıştığı basitti. O, yaşamaktan bıkmamıştı; ancak nefesle yoğrulmak isteyen bedeninin daha fazla acı çekmesini, huzursuz kalmasını istemiyordu.
Sonra babasının yaptıklarını anımsadı. Her baba ile oğul arasında ara sıra yaşanan ortam elektriklenmeleri sonucu ruhlara bulaşan o kirliliğin arınma formülünü istedi ondan. Babası:
“Ey oğul!” dedi. “Senin içinde kötülük olduğuna inansaydım, ya kayıplara karışırdım ya da kendimi öldürürdüm. Ara sıra böyle şeyler oluyor. Neden ve nasıl oluyor, bilmiyorum; ama günün birinde eğer bu sırra vakıf olursam sana bir mektupla bildiririm onu.”
Ve not almaya başladı Kahraman. Büyük boy bir çizgili deftere varlığı kazımaya alıştı. Çünkü boşuna o ad verilmemişti ona.
“Baba, bana Kahraman adını niçin verdiğini bir kere daha anlatsana…”
“Sen benim ümidimdin oğlum. Senden sonra bir çocuğa daha gereksinim duymadık. Senden öncesini ise bir kere daha anlatmak istemem. Anneciğin ellerime dört ölü bebek kondurdu. Bense bunu babalığıma konduramadım. Çünkü sadece seni kucağıma almak için anneni hamile bıraktığımı biliyordum. Sanırım Allah ‘Ol!’ demeyince olmuyor ya da O sadece bebek, bu izdivacı gerçekleştirmek istediğim için, bana fazladan gazap yazdı. Ama sonunda dünyaya geliverdin yavrum. Üç kilo yedi yüz elli gram ağırlığında dünyaya gelmiştin. Sonunda başarmıştım. Benim başarım annenin başarısıydı, bu da senin kahramanlığındı. İşte bu yüzden…”
Kahraman, kanepede gerindi. Ortam sıcaklığını düşürmek istediği için uyuyan kovalı sobanın ayar çubuğuna ayak ucuyla dokundu.
“Ne isterdim, biliyor musun?” dedi. “Sadece her sorunun cevabını bilmek isterdim. Yani ordinaryüs profesörleri ilimde sollayan bir bilgi deryası olup erdemin, ermişliğin, felsefenin kitabını yazmak isterdim.”
“Günün birinde o da olur yavrum. Kimse kızmasın bana. Herkes sevsin ve affetsin beni.”
“Beni de baba. Ben de huzur, iyilik, gönül sağlığı ve mutluluk peşinde koşturuyorum.”
O zaman yüreği sevinçle doldu. Dindar biri olmamasına rağmen, kavramsal dinin korkusunu yüreğinde hissederdi. Beddua almak, en sevdikleri ile dargın ya da kavgalı ayrılmak korkusu uykusunu bölerdi.
Odasına kapanmadan evvel canı babacığına sıkı sıkı sarıldı. Yer yatağında yatar, bu “fare deliği”nde yaşardı. Benzetmeyi odasını aşağılamak ya da hayatı alaya almak için değil, edebi kaygılardan yaptı.
Fare olmak istedi. Ama onlar bile yabani sokak kedileriyle, ayak altı ve zehirle mücadele etmek zorundaydı.
“Yarın yeni bir iş bulmam gerek,” dedi. Tuhaf ve çekingen yapısı hiçbir işte dikiş tutturamamasına neden oluyordu.
Deliğe yüreği geçsin diye girdi; ancak istediği olmayınca, uykusu kaçınca, defteri ve kalemi elinden düşürüp karanlık evde gezinmeye başladı. O zaman babasının fırsattan istifade edip ortalardan kaybolduğunu anladı.
“Of, baba, of!” diye mırıldandı. “Bu koca dünyaya getirdin beni, ancak ne kılavuzum ne yardımcım ne de bir fenerim var. Ne yapmalı bilmem ki… En iyisi yatak odasındaki gömme dolaba saklanıp, onun gelişini şenlendirecek bir sürpriz yapmak. Acaba yaşı neredeyse otuza ulaşmış bir gencin -belki de orta yaşlıyım artık- gömme dolaplarda, oyunda oynaşta ne işinin olduğunu sorar mı bana? Sormalı. Ona ne cevap vereceğimi iyi biliyorum. ‘Faşizm, umutsuzluk yağdırır. Ancak baba, aldığım nefes ümitle kaynadı akciğerlerime.’ Ona böyle sesleneceğim. Yoksa ne işim olur benim böyle taş kalplilerin, acımasızların, demir tüccarlarının meslekleri hakkında ahkâm kesmekle? Canım babacığım. Onun sayesinde bu günlere geldim. Yemedi içmedi, yedirdi içirdi. Bu yüzden ben de artık kendimi kanıtlamalıyım. Ama güç ve ışık içten geliyor. Fakat babam bile bazen çocuksu şakalarımı kaldıramıyor. Şu dünyaya bakıyorum baba, büyümüş olduklarını kanıtlamak için jilet gibi giyinen, her gün tıraş olan, kasıntı kılıklı, ağır ruhlu, katı kalpli adamlar görüyorum. Ama ben asla onlardan olamadım. İçim sevgi doluydu benim.”
Böylece gömme dolaptaki yerini aldı ve beklemeye koyuldu. Sonra dış kapının mandalının oynadığını duydu. Odalarda gezinen yabancının eve göz koymuş bir hırsız olabileceğini geçirdi aklından. Belki de bu oyuna bir son vermeliydi şimdi, çünkü evde olmadığı süre boyunca bekleyici ve kollayıcı olarak yerini aldığını zanneden oğlunun bir dolapta çocuklar gibi eğlendiğini aklından geçirmiyordu baba. Ama sonunda oturma odasındaki sobanın kapağının yerinden oynadığını duydu.
Babası öksürmüştü. Ve manyetolu çakmak çakılmıştı. Sıkılmaya başladı. Rahat pozisyon alamamıştı. Babasının merakını hissetmeye çalıştı. “Muhtemelen gene o kızın sokağına indi,” diye düşündüğünü sandı. Ancak babası takvim yaprağındaki imsak vaktini kontrol ediyor, bir hadis okuyor, kanepede yan gelmiş yatıyordu.
Kahraman, babasının umursamazlığı karşısında inat etmekte kararlıydı. Geçim sıkıntısı nedeniyleydi tüm yaşananlar. Bu yargıya varması bile daha çok yolu olduğunun göstergesiydi. Artık defterine neler yazmak zorunda olduğunu biliyordu. Peygamberin kutsal kitabını okumaya odaklandığı gün, en acının bile şeker niyetine kıtır kıtır yendiği satırlarla, ayetlerle, kıssalarla karşılaşmıştı. İçi heyecan doldu.
Gömme dolaptan başını çıkardığı anda içi yazma isteğiyle doldu, çünkü umut ışığı yanmıştı gene. Yazmadı ama; çünkü bu anın tadını çıkarmak, üzerinde kafa yormak istiyordu.
Duyarlı şairlerin ilham, saf âşıkların kara sevda, insanın nefes ve ölünün cennet dediği şeydi bu. İman tahtasının altından başlıyordu. Sanki böbrek üstü bezlerince salgılanan hormonlar gibiydi yayılan madde. Ve yukarı tırmanıyordu. Acıları unutturuyordu, beyne umut taşıyordu. Huzuru hissediyordu. Aksi durumda tırnaklarını yer, uzun perçemini burur, ayakta dikilirdi. Stres altındaydı aksi durumda.
Ama şimdi babasıyla konuşma zamanıydı. Koca adamı selamlayarak içeri girdi ve sarıldı ona. Aynı sevgiyle karşılık verdi babası. “Yarın çarşıya inmeyi düşünüyorum oğul,” dedi. “Ne dersin? Yoldaş olur musun babana?”
Oğul, evet demenin, olumlu olmanın ve sevginin gücünü fark etmişti:
“Olur babam, ancak bir şartla. Bu sefer benim yolumdan gideceğiz,” oldu yanıtı.
“Neden olmasın? Bu yaşımda bir de senin yolunu deneyelim bakalım. Ama bana önce bu yolun nerede başladığını ve nerede bittiğini söyle.”
“Baba, bu yol içinde başlıyor ve içimde bitiyor.”
“Gene başladın felsefe yapmaya.”
“Yorucu ve sıkıcı olmayacağına emin ol ve güven bana baba. Hem biliyor musun, ben hala o eski çocuk ruhlu, eğlenceyi seven, dalgacı Kahraman’ım. Şu koca dünyadan bahsederken, benim onun hakkından gelip gelemeyeceğim konusunda tereddütlerinin olduğunu söylemiştin bana. Aynı kaygıları ben de yaşıyorum. Ve korkuyorum. Çünkü insan aklı tahammül sınırlarını zorluyor ve saygı duymuyor.”
Bir anlık duraksamanın ardından devam etti:
“Aklıma gelenleri seninle paylaşmak isterim baba. Bu odada bulunduğun süre boyunca seni gözlem altında tuttum, yani izledim. Ne yapıyor olduğunu defterime tek tek not aldım. Eminim epey kabarık bir liste oluşturduğumu sanıyorsun. Ama yanılıyorsun. Senin bu odada televizyon izlemekten, kara kara düşünmekten ve ölümü yeğlemekten başka bir şey eylemediğini gördüm. Ama benim babam bu olamazdı. Onun eli iş görmeliydi. En azından bir saniye, babam, sadece bir saniye dünyayı dinleyebilmeliydin. Yaprakların hışırtısına, kuşların cıvıltısına kulak verebilmeliydin. Yan üzeri yatıp, bileğini kulağına dayadığında nabız atışını duyabilmeliydin. Bunları yapmıyorsun baba. Şu duvar saatine bak ve dinle onu, o bile bir şeylerden bahsediyor.”
Baba, oğlunu tepkisiz ve yanıtsız dinledi: “Benden istediklerini yapmadığımı nereden biliyorsun, Kahraman?” dedi.
“Bunu biliyorum baba, çünkü seni takip ediyorum.”
Baba, oğluna baktı: “Senin o kızın sokağına indiğini düşünüyordum.”
“O kız, Sazende mi? Bırak Allah aşkına baba onu. Ben sana ne diyorum? Sen kalkmış konuyu değiştirmeye çalışıyorsun. Neden bunlar oluyor?”
Kahraman, sorusunu netleştirip somutlaştırmakta kararlıydı.
“Babacığım, neden bu dünyadayız? Ve niçin…” Devamını getiremedi. Çünkü gözleri dolmuştu. Elleri titriyordu. Yüzünü siper etti. “O’nu bulduğum zaman sadece bunu soracağım baba. Bana yerini ya da yurdunu gösterecek. Ben de sürünerek, bir ömür harcayarak bile olsa o yerin izini bulacağım.”
“Gene saçmaladın oğlum. Olmayan diyarların peşine düşmek budalalıktır.”
“Olmayan diyarlar mı? Kutsal kitapların yazılma amacı bulabilmek, ümit etmek ve aramak olmasaydı, emin ol, ben de senin yaşına gelene dek oyalanır, sadece televizyon izler ve birbirlerinden farkı olmayan günlerde hep aynı şeyleri yapardım. Ama ben artık dayanamıyorum. Soruyorum sana, çok eski bir arkadaşın olduğunu söyleyen, ne adını ne yüz hatlarını ne de ortak yaşanmışlıklarınızı anımsadığın biri yolunu çevirse ve: ‘Seçkin kardeşim, bir iş çevirmeyi düşünüyoruz. Karlı bir iş. Kabul eder misin?’ dese, ne olurdu ruh halin? Sana kötülüğü bulaştırmak isteyen bu insanların kanun dışı yöntemlerle dünya için çabalamaları… Onların sana bulaşmış olmaları… Bir lekeyi, pisliği, çamuru sana kondurmak istemeleri…”
-DEVAM EDECEK-
Yazar:
En Son Yazıları
- Tefrika Roman7 Mart 202120 Ağustos – 2. Bölüm
- Tefrika Roman24 Şubat 202120 Ağustos