İlk polisiye romanları okuduğumda çocuk yaşlardaydım. Gençlik romanları cinsinden birkaç kitap okuduğumu hatırlıyorum. Fakat bu türden bilinçli olarak kitaplar okuduğum yıllar yirmili yaşlarımın başına denk gelir. Zihnim derin düşüncelerle doluyken, bu felsefi düşüncelerden ve tefekkür halinden bir nebze uzaklaşmak, adeta zihnimi dinlendirmek için Agatha Christie, Raymond Chandler, Dashiell Hammett, George Simenon, Arthur Conan Doyle gibi türün klasik yazarlarından romanlar okumuştum. Avrupalı ve Amerikalı ama genellikle Anglosakson yazarların kitaplarını okurken, özellikle Hollywood sinemasının geliştirdiği epeyce bir polisiye film kültürüm de vardı. Zaten onlarca ilgi alanım içinde sinema her daim en iyi bildiğim alan olarak öne çıkar.
Polisiyenin tür adı olarak kullanılması, edebiyatın böyle kategorize edilmesi hayatın tüm alanlarındaki sınıflamalar, yaftalamalar, alanların ve sınırların belirlenmesi bağlamında anlaşılabilir bir durum. Fakat benim kişisel bakışımda bu türden etiketlerin çok da fazla bir değeri olmadığını belirtmek zorundayım. Doğrudan polisiye kategorisi içinde ele alınan ilk romanım Hayat Askıda’yı yazarken, polisiyeden ziyade aşk-macera-gerilim türlerini içeren bir roman yazdığımın farkındaydım ama onun polisiye olarak kategorize edileceğini aklımdan bile geçirmemiştim. Ben bir roman yazıyordum yalnızca; nasıl bir roman okumak istiyorsam öyle bir roman yazıyordum. Akıcı, okurun sayfalarını çevirirken hem heyecandan elinden bırakamayacağı hem de satır aralarına sinmiş mizahı hissederek yer yer eğlenebileceği bir roman yazıyordum. Kitabın içinde polis yoktu ama entrika ve suç vardı.
Hayat Askıda yayımlandığında ciddi bir eleştirmen kitabı epeyce övdükten sonra suçu yaratan sosyal yapı üzerine eğilsem daha da iyi olabileceğini yazmıştı. Bu benim en dikkate aldığım eleştiri olduğu için romanın yıllar sonra yapılan baskıları –bu eleştiri dikkate alınarak- revize edilmiş haliyle çıktı. Haklıydı ve tam da roman kavramı üzerine benim üstünde durmak istediğim konuya temas etmişti. Ben romanın içinde geçtiği dönemin bir aynası ya da yazarın zihninde şekillenmiş bir yansıması olması gerektiğini düşünürüm. Bu bağlamda, tıpkı Orhan Pamuk gibi (Bakınız: Saf ve Düşünceli Romancı isimli eseri) bunun istisnasının fantastik eserler, tarihi eserler gibi tanık olunmayan, tanık olunmadığı için de bir varsayımdan öteye geçmeyen anlatımlar ve diyaloglar içeren metinler olduğunu düşünürüm. Bu başka bir yazının konusu olabileceği için üstünde durmadan geçiyorum. Eğer polisiye yazarı içinde yaşadığı zamanda geçen bir eser kaleme alıyorsa, eserin o toplumu ve zamanı iyi yansıttığı oranda değerli kılacağına inanıyorum. Değerli olması sonsuza kadar hayat bulur anlamına gelmiyor. O çağ gelip geçtiğinde, o kitabı okuyan başka yüzyılların insanları romanı ancak zihinlerinin el verdiğince ve yazarın anlatımının berraklığının izin verdiği ölçüde kavrayabileceklerdir. Fakat suç, entrika, gerilim gibi unsurlar ilanihaye baki kalacağından yine de zevkle okuyabilirler.
Çağlar ötesine geçmek diye bir olgunun hiçbir eser için sonsuza kadar geçerli olduğunu düşünmemekle birlikte polisiye eserlerin en azından suç olgusuna, insanın zaaflarına, ruh iklimine, suçu yaratan olgulara ve bunları birbirine yapıştıran iyi bir üslup ve kurguya hâkim oldukları sürece ilerleyen zamanlarda bile daha kalıcı (ve daha az sıkıcı) bulunabileceğini düşünüyorum. Güne hitap eden kimi yüzeysel romanları bir yana bırakırsak, edebiyatın bütünü gibi polisiye edebiyatın da gerçeği sanata dönüştürüp yaratıldığı toplumun bir tür aynası olduğunda daha uzun ömürlü olacağı kanısındayım. Zaten sanat dediğimiz şey gerçeğin birebir aynısı değil, sanatçının zihninden yansıyan stilize bir bakış açısı ile şekillenmiş yansımasıdır. Saf gerçek zaten etrafımızda duruyor. Saf polisiyenin acımasız şekli televizyonlarda, internette ve gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde hakiki yüzüyle zaten karşımıza çıkıyor; çıplak, yalın, en çirkin haliyle. Polisiye roman, bu çirkin gerçekliği kişileri suça iten psikoloji ve o psikolojiyi yaratan toplumsal zihnin hastalıklarıyla birlikte ele almalı, elbette bütün bunları gizemli bir dokuyla, çekici bir kurguyla işleme başarısını göstermeli diye düşünüyorum.
Bu bağlamda sosyolojik ayakları olan polisiyeleri “gerçekçi”, daha çok suçun işleniş biçimine ve onun etrafında yaratılan entrikalara yoğunlaşan polisiyelere ise “eğlencelik” polisiye diyorum. Elbette polisiye edebiyatı bu iki yaklaşımın içine sıkıştırmak mümkün değil ama benim bu yazıda irdelediğim çerçeve içinde biraz da mizahi bir yaklaşımla böyle bir tabiri benimsedim. Örneğin, Amerikan polisiye ve kara film türünün epeyce revaçta olduğu 1940 ve 50’li yıllarda sinemaya uyarlanan çoğu filmi izlerken beni rahatsız eden şey, yaratılan dedektif karakterlerinin tabiri caizse “cool” yani serinkanlılıktan öte, hayatı dalgaya alan, adeta her şeyi bilen, ukala denilebilecek kadar herkese ve her şeye yukarıdan bakan tipler olmasıydı. Buna en iyi örnek olarak aklıma Humphrey Bogart ile özdeşleşen Philip Marlowe karakterini gösterebilirim. Raymond Chandler’in zevkle okuduğum “Big Sleep” adlı eserinden uyarlanan filmdeki karakter ile Humphrey Bogart’ın bir başka filmde, Malta Şahini’nde canlandırdığı Sam Spade karakteri bana tıpkısının aynısı gibi görünür. Bu ikinci film ise Dashiell Hammett’ın eserinden uyarlanmıştır. Aradan 30 yıla yakın zaman geçtikten sonra çekilen Chinatown filminde Jack Nicholson’un canlandırdığı karakter ile yukarda bahsi geçen dedektif karakterleri arasında neredeyse hiç fark yoktur. Üstelik film Avrupalı (Polonyalı) bir yönetmen olan Roman Polanski tarafından çekilmiş, fakat Avrupa’da çektiği filmlerin havasından ziyade bahsettiğim eski Amerikan polisiyelerinin esintilerini taşır. Hepsini de beğenmekle birlikte, bu ABD polisiyelerinin topluma ayna tutmaktan ziyade bizi alıp götüren maceranın kendisine odaklandığını görürüz. Bu başarısız oldukları anlamına gelmez. Bütünüyle toplumu yansıtmadıkları anlamına da gelmez. Fakat ilk romanımı yazarken, eleştirildiğim noktanın bizzat kendisi ABD polisiyelerinin ve özellikle Hollywood filmlerinin etkisinde kalmış olmamdı.
Chinatown’dan bir on yıl sonrasına bakalım: Angel Heart filmini düşünün. Aynı bilmiş, küçümseyen dedektif karakteri bu kez Mickey Rourke canlandırmasıyla karşımıza çıkar. Ve bu saydığım filmlerin hepsi sanki aynı yazarın elinden çıkmış gibidir. Oysa bu kez de yönetmen bir İngiliz olan Alan Parker’dir. Küçük ayrıntıları, filmlerin ya da eserlerin geçtiği mekânları dikkate almazsak sanki aynı dedektifi izliyor gibiyizdir; Angel Heart’ın finali elbette hariç. O final ilk kez dedektif karakterini ters yüz eder. Fakat film boyunca izlediğimiz dedektif portresi kendisinden öncekilerinin tıpatıp aynısıdır.
Bir felsefe etrafında hayatını yeniden örgülemeye çalışan insanların hayata bakışı bile bu denli yukardan ve alaycı bir bakış değilken, her an ölümle burun buruna yaşayan insanların, bahsettiğim dedektiflerin duruşları biraz gerçek dışıdır. Avrupa polisiyelerinde bahsettiğim anlamda topluma adeta mercek tutan örnekler fazlaca yer alır. Bunların başında da Agatha Christie gelir ama bu yazının konusu mukayeseli bir polisiye tarihi incelemesi olmadığı gibi bunu yapabilecek kadar akademik bir inceleme yapmış da değilim. Ben de çoğu kişi gibi bir yazar olmanın yanında bir okurum ve bir film seyircisiyim aynı zamanda. Ben yazdığım ve yazacağım romanlarda neden topluma ayna tutmak istediğimi, suçu oluşturan altyapı olmadan, sırf ortada bir cinayet olsun diye roman yazılamayacağını, bu tür eserler ne denli sevilirse sevilsin, edebi anlamda çok değerli olmadıklarını düşünüyorum. Bunlara eğlencelik romanlar olarak bakabilir ve hoşlanabiliriz de. Fakat polisiye edebiyatın aslında tarif ettiğim bakış açısıyla yazıldığında, üstelik bütün bunları akışkan bir kurgu ve merak duygusunu hiç koparmadan başarabilmesi durumunda belki de sanıldığının aksine edebiyatın en zor alanlarından biri olduğunu vurgulamak isterim.
Necati Göksel
Yazar:
En Son Yazıları
- Makale14 Mart 2015Polisiye Edebiyat ve Toplumsal Arka Planı