Hikaye Oku: Bir İstanbul Hikayesi

Hikaye Oku: Bir İstanbul Hikayesi

Kısa bir polisiye öykü: Bir İstanbul Hikayesi

(…) Uyuklamaya başladı. Saçma ve karmakarışık düşüncelerin beynini doldurmasıyla serbest kalan uyku, çöktüğü yerde teslim almıştı bünyesini. Yarı uyanık, yarı dalgın, kilimin üzerinde debelenerek geçen bir süreden sonra pencereye vurulan bir el ile zıpladı, fakat ayakları uyuştuğu için, yere yuvarlandı. Ayaklarını acı içinde çekerken, pencereden içeriyi görmeye çalışan karaltıya baktı. Perde yoktu, fakat pencere zaten perdeye ihtiyaç duyulacak kadar berrak değildi. Karanlığın içinden bir kadın sureti, tekrar cama vurmak için elini uzattı.
“Tuhaf… Bu kadını bu kadar sadakatle evimin yolunu tutturan güç nedir? Neden verdiği bir söz ile hiç tanımadığı bir adamın evine gitmeye karar verdi? Ha ha! Kaybedecek bir namusu bile yok, belki de ondandır.”

Ayağına giren kramp hafifleyince, kalkıp kapıyı açarak dışarı çıktı. Apartman kapısından içeri girmeye cesareti yokmuş gibi duran kadını el işaretiyle çağırdı.

“Burada yaşadığına emin misin?” diye sordu kadın.

Kadri, eliyle karanlık bodrum merdivenini işaret etti. “İnelim. Girdiğin zaman o sorudan hiç şüphen kalmayacak.” Kadri, önden indi ve arkadan kadın da içeri girdi.

“Adın ne senin?” diye sordu.

“Kadri Maraz” dedi. “Evrensel sistemin yapay zekâsında lanetlilik ile kodlanmış bir şifre.”
Kadın bu cevaptan hiçbir şey anlamamış gibi baktı. Fakat evin içi bomboştu ve burada ne aradıklarına dair bir fikri yoktu.

“Neden bu evdesin? Burada mı kalıyorsun. Hiçbir şey yok burada.”

“Kurulu düzeni sevmem. Tekdüze yaşantıdan da nefret ederim.”

Kadın, loş aydınlıkta, sadece dış hatları beliren, yüzü görünmeyen imgeye yaklaştı.

Hareketsiz ve ifadesiz duran genç adamı inceledi.

“Senin yüzünde tanıdık bir şey var. Bana Şahin’i hatırlatıyorsun.”

Kadri, cevap vermeden öylece baktı. Kadın anlatmaya başladı.

“Beni öldürmeye teşebbüs eden kişi.” Bu sefer Kadri’nin ilgisini çekmişti. Kafasını kadına doğru çevirdi.

“Sen, nereden geldin İstanbul’a?” dedi kadına.

“Burdur’dan” diye cevap verdi kadın, ayağa kalkıp, geri geri odanın içinde dolaşarak. Kadri ise, titremeye başlamıştı. Aklından geçen şeyi yapmak ve yapmamak arasındaki çekişmeyi kontrol etmeye çabalıyordu. Ama dinlemeliydi.

“Ben, her tertip dönemi, terhis olan askerin, bir sonraki tertibe devrettiği bir ortalık malıydım. Dönemden döneme anonim olan bir sürtüktüm. Kiralık metres gibi. Sigaran var mı?”

Kadri, cebindeki Prestij’i çıkardı ve çakmağıyla birlikte uzattı. Kadın yanına gelip, sigarayı yaktı ve tekrar dolanmaya başladı. “Astsubay Asım’ın kaşarlarından biriydim. Ama Asım bana hiç el sürmedi. Ben epilepsi hastasıydım ya, bulaşmasından korkuyordu. O zamanlar benim gayriresmi pezevengim gibiydi. Beraber evlere gider, içer, eğlenir, arkadaşlarıyla tanışırdım. Ama fahişe değildim o zamanlar. Sürtük diyorlardı bana, Sürtük Sevil…”
“Su yolunda kırıldın…” diye araya girdi Kadri, dalgın ve başı eğik, sigara tüttürürken. “Nasıl oldu peki?”

“Sana bahsettiğim o Şahin yüzünden… Hayatımda kırılma noktasıydı.” Sonra kahkahayla kendi konuşmasını böldü. “Ne değişti ki sanki! İki bira ile erkeklerle yatıp kalkan biriyken; şimdi para karşılığı, vesikalı bir fahişeyim.

Ben o zamanlar genellikle çalışmazdım. Çalıştığım zamanlar ise Burdur Valiliği’nin karşısındaki askeri lojmanların yanında bulunan birahanede konsomatrislik yapardım. Anne babamın tek çocuğuydum. Mağazada çalıştığımı söyleyip, birahaneye giderdim.

Bir gün, tanımadığım bir telefon geldi ve bana arkadaşlık teklif etti. Benim hakkımda her şeyi biliyordu, fakat ben onu hiç tanımıyordum, telefon numaramı nereden aldığını da… Nizamiyeye girerken kimlik, cep telefonu falan bırakırdık ya, işte bu çocuk orada görevli olarak kimlik bilgilerimizi kaydediyormuş. Bana telefonda neredeyse yalvarıyordu. Güzel ve harbici laflar söylüyordu aslında. Biraz ikna oldum, ama adresime gül göndermesi şartıyla. Bana ismini verdi, Şahin İnce diye. Ertesi gün Asım benimle buluştu ve bu psikopat herifle kesinlikle bir araya gelmememi, bana bir zarar verebileceği söyledi. Adamın daha yüzünü bile görmemiştim, nelerin döndüğünden de haberim yoktu.

Şahin, o gün bana telefon açtı. Ben ise Asım’ın söylediklerini hatırlayıp, ona, bir sevgilimin olduğunu bahane ederek rest çektim. O kadar öfkelendi ve o kadar küfürlü konuştu ki, onunla buluşmadığıma bir kez daha şükrettim. Beni birkaç kez daha telefonla rahatsız edince, ileride bu olaydan rahmetli olacak olan kışladaki pezevengim Mustafa’ya durumu söyledim. Tesadüf bu ya, Mustafa da Şahin’in tertibi ve arkadaşıymış. Bana, Şahin’in arkadaşı olduğunu ve durumu halledeceğini söyledi. Evet, dediği gibi o saatten sonra ses seda çıkmadı. Fakat bir hafta sonuna, Mustafa, bir buluşma ayarladığını söyledi. Fahrettin adında biriyle beraber, Neriman’ı da alıp, dördümüz bir şeyler içecekmişiz. Mustafa’ya güvendiğim için kabul ettim. Pazar günü, üçümüz evde buluşurken, bu Fahrettin denen çocuğu bekledik. Kapı çalındı, açtım. Sert görünüşlü, ciddi, ama sakin biri, elinde bir poşet dolusu içkiyle girdi. Mustafa bizi tanıştırdı. Mutfağa geçip, içkileri hazırlayacaktı, ama ben yanına gidince, sanki çok samimiymişiz gibi, “Geç içeri kız” diye beni itti. Bu kalın, bas ses tonu bana bir yerden tanıdık geliyordu. Ama hiç şüphelenmedim. Biraz sonra rakı servis etti. Kendisi azar azar yudumluyordu, ama hiçbir şeyin farkında olmayan biz, deve gibi içiyor, sohbet ediyorduk. Ben sallanmaya başladım. Ama Neriman ile Mustafa, iyice kendilerinden geçmişlerdi. Bu eleman, beni diğer odaya götürmek istedi. “Grup sekse karşıyım. Siz burada keyfinize bakın’ dedi. Diğer odaya geçtik. Benim soyunmamı istedi. Hemen geleceğini söyleyip, odadan çıktı. Üstümü indirdim. O çıkarken, içimi kemiren bir şeyler vardı. Hareketlerinde bir samimiyetsizlik ve telaş vardı. Tam bunları düşünürken, diğer odadan, anahtarlık tıkırtısı geldi. Parmağımın ucunda yürüyüp, kapı ucundan baktım. Herif, Mustafa ve Neriman’ın olduğu odanın kapısını kilitliyordu! Aman Allahım! Bir insanın ölümle yüz yüze geldiğinde neler düşüneceği, nasıl panikleyeceğini bir düşünsene!”

Kadri, dudak ucunda imalı bir gülümseme ile başını hafifçe salladı.

“Saniyelerle oynuyordum. Pencereye koştum. Bağırdım. Çıplak olduğuma aldırmadan, caddeye karşı avazım çıktığınca bağırdım. O hemen koşup geldi. Üzerime atladı. Boğazımı öldüresiye sıktı. Tırnaklarımı koluna batırınca, yastığı kafama bastırdı. Ben biraz agresifçe çırpınınca dengesini kaybetti ve üzerimden düştü. Kapıya doğru koştum. Bağırmaya, çığlık atmaya devam ettim. Yetişmek üzereyken arkadan beni yakaladı. Merdivenden birkaç kişinin koşuşturduğunu işittim. O hâlâ üzerimdeydi ve beni altına alıp, boğazlamaya, ben ise direnmeye çalışıyordum. Kapıya sert darbeler vurulmaya başladı. Tehlikede olduğunu fark edince, beni yumrukladı. Derken kapı kırıldı ve içeri birkaç adam girip, onun üzerine çullandı. Duba ile kapı kilidini kırmışlardı. Biraz sonra polis de gelmişti zaten. Benim üzerimi çarşafla örtüp, banyoya götürdüler. Komşulardan iki kadın geldi ve beni banyoda giydirdi. Sonra da hastaneye götürdüler. Pek ciddi bir şey yoktu ama şoktaydım. Ölümü atlatmıştım. Hastanedeyken, ölmüş olsaydım nerede olabileceğimi düşünüp durdum. Anlamsız bir ikilemdi. Bir saat önce ciddi bir ölüm tehdidi altındaydım, fakat şimdi ölmemiş, yaşıyordum.

Sonra, Emniyet’te ifademiz alındı. Şahin’in, nizamiyedeki kayıp kimlikleri ele geçirdiği, onlardan biriyle telefon hattı aldığı, Mustafa onu benden vazgeçmeye ikna edemeyince, Şahin’in benden intikam almak için bir plan hazırladığı, Mustafa’nın da buna önayak olduğu… Katilin itiraflarıyla belli oldu.

Mustafa, “İstersen sana Sevil’i ayarlarım” demiş. Şahin de “Beni telefonda Fahrettin olarak anacaksın. Fahrettin diye tanışacağım” diye ısrar etmiş. Buluşma gününde, kışladan yürüttüğü kireç çözücü ve lavabolarda kullanılan o misket gibi koku gidericileri içkilerin arasında karıştırmış. Benimkine bir şey katmamış, çünkü beni diğer odaya alıp, karşıma Şahin İnce diye çıkıp, yavaş yavaş, hesaplaşarak öldürmek istemiş. İkisini de odaya kilitleyip, can çekişerek ölüme terk etmişti. Ama benim kapı tıkırtısını duymam ve sonra bağırmam, planını bozmuştu.

Sonra… Aslında ölmekten kurtulamadığımı anlamıştım. Ölümden beter bir hayat beni bekliyordu. Babam Uşak’ta çalışıyordu. Annem de merdiven temizliği gibi işlerle çalışıyordu. Benim kardeşim yok. Yalnızdım. Eve gittiğimde, kötü bir sürpriz bekliyordu beni. Annem ve babam, çok öfkeliydi. “Ben işe giderken, sen evi kerhaneye mi çeviriyorsun lan!” diye bağırdı annem. Haklıydı. Evde çıplak halde ve iki adamla yakalanmıştım. Biri ölü, diğeri de katildi. Ne mal olduğum çorap söküğü gibi ortaya çıkmıştı. Babamdan çok feci bir dayak yedim ve sonra evden kovuldum.”

“Baban sizi neden yalnız bırakıyordu?” diye sordu Kadri. Yere iyice çöktü ve ayaklarını uzattı.

“Babamla biz hep yalnızdık…” İçini çekip, başını salladı kadın. “Milas’ın Kırcağız köyünde, babam yapayalnız bir adamdı. Geri kafalının biriydi. Toplumdan kopuktu. Kimseyle, hiçbir akrabasıyla ilişiği yoktu. Zaten kimsenin de onu umursadığı yoktu. Annemin anlattığına göre, benim ezik babam, hep bir erkek çocuğunun olmasını istemiş, fakat ben dünyaya gelmişim. Hayal kırıklığına uğramış, adeta hayata küsmüş. Benimle hiç ilgilenmemiş. Miş diyorum. Olanları annem anlatıyordu. Zaten dört yaşından sonra her şeyin farkındaydım. Babam olduğundan şüphe ediyordum. Benden hoşlanmıyordu. Tiksiniyordu. İnanır mısın, babamla hiç göz teması kurmadım.”

Kadri, “Ben de küçük kız kardeşimle hiç göz göze gelmedim, hiç konuşmadım” diye araya girdi. “Ne tuhaf değil mi? Bazen, aynı karından çıktığınızdan bile şüpheleniyorsunuz. Ben, bir aileye sahip olmaktan her zaman nefret ettim.”

“Hep bizi yok saydı” diye devam etti Sevil. “Çok mesafeliydi. Sanki bizden utanıyordu. Evimizi Burdur’a götürdük, fakat bir süre sonra kendi başına Muğla’ya döndü. Günlerim kâbus gibi geçiyordu. Bir piç gibi hissediyordum kendimi. Artık daha da yalnızdım orada. Annem de çalışmak zorundaydı. O gidince, evde tek başına kalıyordum.”

“Kadınlığını keşfettin ve kendini dışarı saldın.”

Sevil, gülmeye başladı. “Evet. Bazen kadın olmak avantaj sağlayabiliyor. Mesela, biraz güzel olursanız, kendinize partner bulmakta sıkıntı çekmezsiniz.”

“Bir kafede otururken, Asker üniformalı astsubaylar seni izledi. Ve kodoş Asım ile tanışmanız burada başladı; öyle mi?”

“Ha ha! Bütün bunları nerede saklanıp izledin, bilmiyorum. Yoksa sen Şahin misin? Kimlik falan mı değiştirdin?”

Kadri, ayağa kalktı ve elini arkasına koyup, volta atmaya başladı: “O beceriksiz birine benziyor” dedi.

“O günden sonra, hiç canım sıkılmadı. İçimdeki orospuluğu keşfettim. Sürekli erkek arkadaşlarım oluyordu. Onları eve götürüyordum. Üstelik para sıkıntısı da çekmiyordum. Telefonuma kontör yüklüyorlar, barda içki, restoranda yemek ısmarlıyorlardı. Çalışmaya bile gerek görmüyordum. Çünkü hemen her gün, bir tane kiralık sevgili buluyordum kendime. Asım benim hayatımı değiştirmişti.

Ta ki Şahin denen bir uğursuz herif önüme çıkana dek. Aslında tüm bunlar, benim doğru yola girmem için bir vesile olabilirdi. Ama benim beyinsiz ve geri kafalı babam, işte şimdiki bataklığa gömülmeme vesile oldu. Hayır, tek istediğim biraz baba şefkatiydi. Biraz ilgiydi. Bir kardeşim bile yoktu. Üstelik babaya sahip olduğum da söylenemezdi. Tüm bunlara sebep olan kendisi değilmiş gibi, beni öldüresiye dövüp, sokağa attı. Sorumluluktan kaçtı her zamanki gibi. Beni döverek, evden kovarak, tüm günahlarından kurtulacağını sandı. O hep sorumsuz davranmıştı. Yine üzerine düşen görevden kaçtı. Bana sahip çıkmadı. Neden tüm bunlar yaşandı, diye bir sorgulama yapmadı. İşin kolayına sığındı. İşte şimdi mutludur eminim. Kızı artık vesikalı bir orospu olduğu için mutlu mesut yaşıyordur. Hâlâ kafasına sıkmamışsa, bu utançla yaşamaya devam ediyordur.

Evden kovulduğum akşam, Asım’ın yanına gittim. Burdur’da kalamazdım. Bana İstanbul’a, arkadaşı Nedim’in yanına gitmemi önerdi. Laleli’de bavul ve tekstil ticareti yapıyormuş. Şimdilik evinde kalabilirmişim Bir süre sonra bana mağazada tezgâhtarlık yaptırabilirmiş. Hatta ona bile gerek kalmayabilirmiş.”

Sevil, Kadri’nin manalı gülümseyişini fark etti.

“Tabii güleceksin. O adamın kapatması veya metresi olursam, çalışmama bile gerek kalmazdı. Tanımadığım birinin evine rahatlıkla gidebilirdim. Namus ve onur konusunda hiçbir kaygım yoktu ne de olsa. İnsanların zevk sofrasına bir meze olmaktan başka işe yaradığım yoktu. Kader bana böyle bir kırmızı çizgi çekmişti. Ben bir sürtüktüm. Ve bana orospu olmaktan başka hiçbir seçenek bırakılmamıştı.”

“Galiba, bazı insanların katil veya terörist olmaktan başka alternatifi bulunmayışı gibi, bazı kadınların da fahişe olmaktan başka alternatifi yok. Kırmızı çizgilerimiz koyu bir şekilde çizilmiş” dedi Kadri. Kadın, bu sözlerden bir şey anlamaya çalıştıysa da, irdelemedi. Kadri, ayağa kalktı ve pencereyi, arasından sızan boşluktan da sokağı kontrol etti. İrili ufaklı birkaç çapulcu kılıklı genç sokaktan süzülerek geçiyor, henüz pencere önünde bir tehdit oluşmuyordu. Tekrar kadının karşısına geçti.

“Bana adres ve telefonunu verdi. Gittiğim gibi onu Fatih’te aradım ve beni metro istasyonundan alıp eve götürdü. Her şey o geceden sonra değişti. Aslında değişen tek şey, resmiyetti.”

“Sana tecavüz mü etti?”

Sevil, ‘Her şeyi ne kadar da iyi biliyorsun…’ dercesine bir bakış attı. “Bana, sokağa atılırsam, otobanlarda fahişelik yapmak zorunda kalacağımı, bir gün polis tarafından gözaltına alınıp fişleneceğimi, ömrüm boyunca sokaklarda veya hapislerde sürteceğimi söyledi. Burdur’daki evde grup seks ve cinayet olayından sonra medyaya haber olduğumu, kimsenin bana doğru dürüst iş vermeyeceğini, verse bile yalnız başına İstanbul’da tutunamayacağımı, mutlaka bu yola düşeceğimi söyledi. Bunu kabul etmediğim takdirde evden çıkmamı söyledi. Evden çıktım. Soğuk kış gecesi sokaklarda dolandım kadın başıma. İnsanlar bana bakıyordu. Bir gariplik vardı. Sanki nereye gideceğimi, nereye tutunacağımı, neyle meşgul olduğumu bilemediğimin farkındaydılar. Sanki üzerimde duran garipliği sezmişlerdi. Evet, gidecek bir yerim ve tanıdığım kimse yoktu. Cadde, sokak dolanıyordum, yanlış bir yolda yürüyormuşum, sanki tüm dünya beni tanıyormuş gibi geldi. Gideceğim bir yer, bir umut ve şansım olmayınca, geri dönmek zorunda kaldım o adamın evine. Kapısını çaldım ve içeri girdim. O da bunu bekliyordu. Benim kucağına düşeceğimi biliyordu.

Ertesi gün bana çalışacak genelev ayarladı. Şimdiki Leblebici Şaban Sokak’taki yeri… Bakırköy’deki Zührevi Hastalıkları Hastanesi’nde fahişe damgası yedim. Vesika için sıra bekledim. Artık resmen orospuydum. Güya ölümden kurtulmuştum ve şimdi yaşıyordum.”

Kadri, kadının üzerine doğru gitti ve ellerini omzuna koydu.

“Seni tüm acılarından kurtaracağım.”

“Güldürme insanı!” dedi kadın. “Senin kendini kurtarabilecek halin yok.”

“Haklısın” dedi Kadri. Geriye döndü. “Ben yarı yolda bırakıldım. Aldatıldım. Beni terk etti.”

“Aşk acısı mı seni bu hale getirdi? Başka derdin mi yok?”

Kadri, kafasını çevirip, gülümsedi. “Bu bir kız değil.”

Sevil’in, ona el sürmeyişi yüzünden içinde şüphe vardı. “Sen… şey misin?”

“Evet!” diye dişlerini sıkarak bağırdı. “Ben bir ibneyim. Nasıl, hiç ibnelere benzemiyorum değil mi? Çok erkeksi ve sert bir tipim var, değil mi?”

Kadın, biraz ürktü. “Yanış anlama. Öyle bir şey ima etmedim.”

“Neyse ne!” diye elini sallayıp, kestirdi. “Beni yalnız başıma bıraktı. Sanki okyanusun ortasında, vapurdan atılıp, bir sandalla kürek çekmeye terk edilmiş gibiydim. Her şeyi o planladı. Her şeyi o ayarladı. Benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Ben kötü bir insan değildim.”

“Nasıl?” Kadın, biraz endişeli Kadri’yi süzüyordu.

“Benim beynime, kanıma girdi. Tüm dostluğu ve sarmalayıcılığı, bana o ilk eylemi yaptırana kadardı. Beni dipsiz kuyuya yuvarlayacak tekmeyi vurduktan sonra bir daha beni görmedi. Beni sonsuza dek terk etti. O benim elim kolum bacağım gibiydi. Şimdi çolak kalmış gibiyim. Sahipsiz kaldım. Kurtarıcım ortadan kayboldu. Bir gün karşına çıkacağım, dedi. Ama ne zaman çıkacak ve hangi durumda benimle yüzleşecek, bilmiyorum.”

Sevil, çöktüğü köşesinden, konuşmak veya susmak arasında tereddütte kalmış, endişeyle izliyordu bu garip genci.

“Söylediklerinden bir şey anlamadım. Lütfen açık konuş.”

“Katil olmama sebep olan kişi, beni yüzüstü bıraktı. Beni o azmettirdi. Ben civciv bile kesmemiştim hayatımda.”

“Ne!” Kadın, şimdi panik içindeydi. Bu karanlık ve izbe, döküntü bodrumda, yeni tanıştığı psikozlu bir genç, katil olduğunu itiraf etmişti. “Katil olduğunu mu söylüyorsun?”

Kadri, tekrar köşeye çöktü. “Katil ben değilim. O.”

“O kim?”

“Tanımazsın. Kimse tanımaz. Onunla lisede tanıştım. Bir ara beni bıraktı. Sonra hastanede tekrar karşılaştım. Bu sefer ciddiydi. Ya beni imha edecek ya da ben onun direktifine uyup, birilerini imha edecektim. Çünkü benim de senin gibi hayatımı, kaderimi değiştirecek, önümdeki kale surlarından atlayacak gücüm, şansım, lüksüm yoktu. Bir ayaktakımı olarak doğuştan kürek mahkûmuydum. Basit bir insancık gibi. Bir lümpen proletarya gibi. Ortaçağ’da yaşasam, belki efendisini öldürecek bir asi köle, Yakınçağ’da da en adi ve aşağılık işleri yapan biri olurdum, modern toplumda ise kimlik ve kişilik hakkı olan işçi sınıfı mensubu olarak dünyaya geldim. Bizim kalubela’da çizilmiş sınırlarımız bunlar. Hangi çağda yaşarsak yaşayalım, sadece köle ya da cariye oluruz. Varlık nedenimiz, hep başkalarının varlığını güçlendirmek.

İşte bu aşağılık, eşitsiz, adaletsiz düzen içindeki tek çıkışım, elimdeki tek güç, tüm yeteneği görmezden gelinen, sadece bir ayakçı, bir köle olarak hizmet görmesine müsaade edilen, vasıfları köreltilmiş bir birey olarak suçun kontrol edilemeyen gücüne başvurmak, terörde ve cinayette çare aramaktı.

Yok sayılmış ve insanlaşma süreci engellenmiş biriydim, o alçak insanların önümde diz çöküp, hayatlarının bağışlanması için yalvarmalarını izleyerek, yüceliğe erişmem istendi. Çünkü elimde başkalarının istihdamına ipotek edemeyeceğim tek güç, cinayet sanatı ve yeteneği vardı.”

Kadri, ellerini kafasına koydu. Başını salladı çaresizce. “Ama bu terör projesi ve yücelme ideali, bir fiyaskoyla sonuçlandı. Çünkü o olmadan ben bir hiçim. Aptal, lakayt, beceriksiz biriyim. O benim irşatçımdı. Benim otokontrol mekanizmamın butonu onun elindeydi. Arkamdaki güdümleyici güçtü. Birkaç basit cinayet ile kum fırtınası gibi oradan oraya savruldum. Dünya değişmedi. Toplum daha iyi bir yere gelmedi. Dünyada ahlaksızlık, sömürü, adaletsizlik, esaret devam ediyor. Kan emici patronlar batmadı, ahlaksızlık abidesi insanlar yerle bir olmadı. Sadece ben bittim. Ben daha yalnız, daha zavallıyım artık.”

Sonra, gülümseyerek yaklaştı Sevil’e doğru. “Sırtımıza yüklenen sorumluluğu kaldıramadık. Forsalık benim mizacıma uygun değildi. Bir gün sınıf atlayacağıma dair inancım da yoktu. Ama beni sürekli rehin alan bir umudum vardı. Bana eziyet eden, beni esaret altına alan hayal gücümdü. Ondan kurtulmaya çalıştım. Sonunda kurtuldum. Belki dünyayı değiştiremedim, daha iyi bir eksene oturtamadım ama artık özgürüm. Müptezel bir sürüngen değilim. Sırf açlıktan ölmemek için çalışmak zorunda bırakıldığım pis işlerden kurtuldum.

Cinayet işlerken, kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyordum. O büyük hazzı tadıyordum. Kontrol etme arzusu, gücü elde tutma isteğiydi benimki. Kim yaşayacak kim ölecek ben karar veriyordum. Onlara hükmediyordum. Söylesene Sevil; bir insanın hayatta kalmasına ya da ölümüne karar verebilme gücünden daha büyük ne olabilir ki?

Lara’yı hiç unutamıyorum. Önümde sürünerek ‘Seni seviyorum’ deyişi kulağımda çınlıyor hâlâ. Onu öldürürken, cinsel zevkten çok kurbanı kontrol etmenin, güç uygulayarak kurbanına acizliğini hissettirmenin hazzını tattım. Onları öldürürken, bir insana istersem neleri yaptırabileceğimi gördüm. Ben bunu daha önce hissetmemiştim.”

Kadri, bir esrime dalgası ile yumruklarını sıktı, gözleri parladı, bağırarak konuşmaya başladı. Sevil, başından beri soğukkanlılığını koruyan genç adamın birden böyle histeriye girmesiyle, kendilerini bekleyen akıbetten korkmaya başladı.

“Düşünsene! Hayatımda hiç duymadığım bir laftı. ‘Seni seviyorum’ lafı, sanki gökten vahiyle inecek bir ilahi kelammış gibi bana uzaktı. Bana o kadar soyut bir laf olarak geliyordu ki, acaba bu sözü dünyada birbirlerine söyleyen kimse var mıdır, sorusu çoğu zaman kafam kurcalanıyordu. Ama dünyanın en güzel kızı, bunu önümde diz çöküp, sürünerek söyledi. Benim suratıma bile bakmayan, adımı bile anmaya tenezzül etmeyen burnu havada, kibirli bir kız, acizlik ve zavallılık içinde, bana kulluk edercesine ‘Seni seviyorum’ dedi!”

Coşku içinde kadının omuzlarından tutup, sarstı. “Anladın değil mi Sevil? Ona, ‘Bana Kadri de!” diye emrettim. Adımı telaffuz etmedi. Çünkü ben ona göre yoktum. Kâinatta varlığım yoktu. Bir hiçtim. Ben kimim ki adımı ağzına alacak? Hayır, gerçek o değil! O, kutsal ismimi ağzına almaya cesaret edemedi, çünkü o necis ağzı buna müsait değildi. Kadri Maraz gibi kutsal bir isim, herkesin ağzına alınacak bir sakız değil. Bunun için gusül abdesti alınması ve sonra da tövbe edilmesi gerekmez mi?

İşte benim minnacık kurbanım, beni sevmesine rağmen buna yanaşmadı. Ona kafasını uzatmasını emrettim ve uysalca boyun eğdi. Ne yaptım biliyor musun?”

Kadın, karanlıkta korku içinde titreyerek, başını salladı.

“Onun boynunu kırdım. O dünya güzeli yüz, kan çanağına döndü. Onun cesedine sahip oldum. Hayır, yanlış anlama, ölüsüne tecavüz falan etmedim. Buradaki sahip olma kavramı bambaşka. Bu bir malik olma. Erkeklerin tapındığı o fit, o endamlı, o zarif vücut; bir guano çuvalı, bir sakatat yığını gibi rögar çukuruna düştü.”

“Çok korkunç…” diye mırıldandı kadın. Kadri, duyar duymaz, ona baktı dikkatlice.
Başparmağını yukarıya doğru kaldırıp, gözlerini delicesine açtı.

“Onu öldürdüğüm için dünya, büyük bir değerini kaybetmedi. Herkes gibi sindirim sistemi ve cinsel dürtüleri için yaşayan bir elemanı yok ettim sadece. Bunu ikame edebilecek insancıklar çok. Mesela, senin bedeninden bir parça haz almak için her gün kuyruğa giren o kokuşmuş lümpenleri düşün. Söylesene, neden yaşadığını ve ne gayeye hizmet ettiğini?

Artık acılarımıza bir son verme vakti geldi, Sevil… Ben yakında hücreye tıkılacağım. Bir daha çıkmamak üzere. Yarın teslim olmaya gideceğim. Peki, sen nereye gideceksin? Yine o ufunet kerhaneye mi? Bu hayatta ulaşabileceğimiz bir hedef var mı? Kendini insanların bağırsaklarını boşalttıkları bir lağım deliğinden farklı bir noktada görüyor musun? Kendine bir döl lağımı olmaktan öte bir fonksiyon biçebiliyor musun? Bir kurtarılma umudun var mı? Seni kim kurtarabilir, ben mi? Buna sen bile güldün.

Ben, kötü bir insan değilim, Sevil. Bütün bunları kötü ruhun esiri olarak yapmadım. Sınıf katmanlarının hâlâ var olduğu, elitist ve aristokrat tayfanın gettolarını duvarlarla çevirdiği, güneşi yeryüzüne indirsen dahi bir gün sınıf atlama ihtimalinin bulunmadığı, yolun eninde sonunda çıkmaza varacağı bir upuzun sokakta bir gün gerisin geriye döneceğini bile bile amaçsız ve inançsızca yürüdüğüm bir serüvende, ruhumu esaretten kurtarmak isteyen üstadın, kurtarıcının emirlerine itaat ettim.

Lara’yı öldüren şey, kibirdi. O bana asla kendisini öldürmemem, bağışlamam için yalvarmadı. Adımı bile ağzına almadı. Mecazi anlamda bana boyun eğmedi. Öleceğini bile bile bana tek kelime etmedi. ‘Seni seviyorum’ yalanının bile kime söylendiği meçhuldü. O laf bana söylenmiyordu. Oradaki özne ben değildim. Bir silah zoruyla da olsa, o lafın öznesi ben değildim. Lara yüzüme bakmadı. Bana Kadri demedi. Onu hayatta bırakmam için ‘Lütfen beni öldürme’ demesi yeterliydi. Ama kibir ve gurur, onu ölüme götürürken bile terk etmedi. Çünkü onun gözünde ben bir pisliktim, bir solucandan daha değersiz, aşağılık bir yaratıktım. Ben onların yazlık evlerini badana edecek, merdivenlerini, camlarını silecek, bahçelerindeki ağaçları budayacak, bozulan musluklarını tamir edecek, arabalarının jantını ve sileceklerini değiştirecek, sikiş öncesi bir prezervatif, sikiş sonrası peçete olacaktım. Bana biçilen gömlek buydu. Ama bu gömlek bana dar geldi. Eğer modern çağda dikey mobilite varsa, bunun bana da uğraması gerekiyordu. Neden yeryüzünün en aşağılık ve kişiliksiz, yalancı erkekleri, dünyanın en güzel kızları ile sevişiyorken; ben onlara bir mağaza kasasında ATM’lik hizmeti veriyordum?

Neden diye başladığım ve cevap aradığım sorularla boğuşurken, işte o adamla karşılaştım ve kafamdaki tüm sorulara cevap verdi.

Bu yaşadığımız evren, bilginin bir dansı ve yerküre, maddi bir hayalden başka bir şey değildi. Görmemiz, dokunmamız, tat alıcılarımız, koku duyularımız, hepsi elektrik sinyali ile beynimize giden bir dalgadan başka bir şey değilmiş. Hepsi, olduğunu sandığımız hayallermiş.

Kendimin dahi, tüm görüntümle, beynimde oluşan bir elektrik sinyali bir hayal olduğumu bana öğretti. Tüm acılarımıza son verecek olan bedensel hazlardan kurtulma umuduyla yeni ülkülere kendimi adamamı emretti. Nefsini öldür, içindeki sahte kişiliği yok et, dedi.

Hayır, hiç birinden kurtulamadım.  Basit insancıklar gibi heva ve heveslerimin esaretinden azat edemedim kendimi. O ise bana, ileride karşılaşma ihtimalim olan eziyetler için küçük provalar yaptırdı. Beni ölümlerle, intiharlarla, tutsaklıklarla, acılarla, fiziksel acılarla sınadı. Beni dünyadan soyutlayacak müebbet bir çilehane için anarşik eylemler yapmaya sürükledi. Çünkü nefsinin dizginlerini eline almazsan, o senin dizginini eline alır. Sen ona hükmedemezsen, o seni kontrol altına alır.

Anlıyor musun Sevil? Artık ikimizin de bu dünyada yapabileceği bir görev yok. Katilliğin bu dünyada bir cezası var. Ama orospuluğun yok. Beni hücreye tıkacak yasalar var. Ama seni de ölene kadar sömürecek bir mekanizma var.”

Kadri, korkudan bir köşeye sinmiş, ağzını açamayan kadına yaklaştı. Kadri de kadın gibi titremeye başlamıştı. Sanki içine başka bir kişilik girmişti, yapmak istemediği bir şeyi istemdışı dayatıyor gibiydi. Çatallaşmış bir sesle ağzından döküldü:

“Ölmeye hazır mısın Sevil?”

Sevil, sesini çıkartamadı. Karşı koymak istiyordu, hayır, ölmek istemiyorum, demek istiyordu. Ama bunun bile anlamsız olduğunu düşünüyordu.

“Ya!” dedi Kadri, acı acı gülmeye başladı. “Demek ölmeye yanaşmıyorsun. Demek bu rezaletin daha uzun yıllar sürmesini istiyorsun. Peki, söyle kuzum… Varmayı istediğin mihver ne? Daha ne kadar kendi bedenini, insanlığın istifadesi için paralayacaksın? Daha ne kadar cinsel açların, abazanların yarak aletine bir kamu hizmeti olarak vücudunu feda edeceksin? O kokuşmuş kerhanede, senin iliğini kurutan hunhar pezevenklerin çıkarları için zamanını daha ne kadar tüketeceksin? Bu bedeni sana veren, bunun hesabını sana sormayacak mı? O bedeni insanların cinsel hazlarının mabedi haline getirme yetkisini sana verdim mi, diye sormayacak mı? Her gün, her ilişkiden sonra vajinana hortum sokarak içini temizlemekten bıkmadın mı? Reddetmekten ve feda etmekten kaçındığın hayat bu mu? Ama haklısın. İnsanlar, sonsuz yok oluş yerine, sonsuz cehennemi bile tercih edebilir. Ölmeyi, yok oluşu ruhsuz, sıkıntılı bir fuhuş evinde nefret ettiğin bir işte nefes alıp vermeye tercih etmemekte bir nebze de olsa haklısın.

Hayır, hayır… Bedenini sömürmek için etrafına üşüşen bu kadar aç serseri erkeğin arasında sen zaten ölü birisin. Buna yaşamak mı denir? Şimdi kan emmeye hevesli o vampir muhterisler, bundan bir yirmi sene sonra bu surata bakmaya bile iğrenecekler. Çünkü sadece şehvet umdukları bir bedenden artık aradıkları şey kaybolup gitmiştir. O artık pörsümüş bir cesettir. Bak işte Tarlabaşı Bulvarı’na, oradaki birahanelere, kaldırımlarına… Orası yaşlı Sevillerle dolu. Kaldırıma çökmüş, adeta geçmiş yaşantısının pişmanlıklarla dolu kahrını sineye çeker gibi derin düşüncelere dalmış ve hayattan kopmuş bir yığın kadın… Çünkü kaldırım kenarından, birahaneden arabaya attıkları o kadın yok orada. İki votkayla tava getirdikleri kız yok orada. Vücutları… vücut; yani varlık, vücudun kelime anlamı varlık demekmiş, ahh! Varlıkları, yani vücutları yeterince kullanıldığı için son tüketim tarihi çoktan geçmiş, tedavülden kaldırılmış. Hayat kadınları, hayattan emekli edilmişler. Canlı cesetler… Onları sömürenler tarafından toprağa gömülmek yerine sokakta çürümeye terk edilmişler. Nankör değil mi bu leş kargaları? Ve şimdi senin geleceğini görüyorum Sevil… Şu an yaşlı sayılmazsın, ne yazık ki yomsuz bir gelecek seni bekliyor, daha doğrusu bekliyordu. Şimdi seni öldüreceğim için, öte tarafta belki de bana şükran duyacaksın. Bu lanet bataklıktan seni kurtarırdım belki ama… Lan ne kadar aptalım! Sanki kendi kendimi kurtarabildim… Ama katilliğin geri dönüşü yok, orospuluğun var. Tövbe eder, çıkardın dışarı, hanım hanımcık maskesiyle dolaşırdın. Benim elimdeki kanlar, yıkanarak geçmiyor. Hem beni eninde sonunda cezaevine atacaklar. Senin gibi kaldırımlarda oturmak zorunda kalmayacağım. Seni müebbet cezaya mahkûm edecek bir kurum yok bu toplumda. Sen özgür bir mahkûmsun. Orospuluk yerine katilliği tercih etmeliydin.”

Kadri, geriye döndü ve içeride dolanmaya başladı. Ve sonra, ceketinin iç cebinden bir küçük kitap çıkardı. Lacivert kaplı bir kitaptı. Çevirdi sayfaları ve okumaya başladı:

“ ‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla:
Andolsun Musa’yı da ayetlerimizle ve apaçık bir belge ile gönderdik.
Firavun’a ve cemaatine. Bunlar Firavun’un emrine uydular. Halbuki Firavun’un emri hak değildir.

Kıyamet günü, kavminin önüne düşer. Artık o bunları ateşe götürmüştür. O varılan yer, ne kötü bir yerdir. Hem burada, hem de kıyamet gününde lanetle izlendiler. Onlara verilen bu karşı destek ne fena bir destektir! İşte bu helak olmuş memleketlerin önemli haberlerindendir. Sana onu kıssa olarak anlatıyoruz. Onlardan yerinde duranlar da var, biçilenler (yok olup gidenler) de.

Biz onlara zulmetmedik, onlar kendi kendilerine zulmettiler. Allah’ı bırakıp da taptıkları tanrılar, Rabbinin emri gelince kendilerine hiçbir fayda sağlayamadılar. Hasarlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadılar…’ Hud Suresi.”

Kadri, kitabı kapatıp, söylenmeye başladı: “Biz onlara zulmetmedik, onlar kendi kendilerine zulmettiler… Bunu anlıyorsun değil mi?” Kitabı tekrar iç cebine koydu. Cebinden çakıyı çıkartıp, kadının üzerine yürüdü. Yaklaştığı anda, kadın yere çöküp, bağırmaya başladı:

“Sen bir kâfirsin!”

Kadri, şeytan çarpmış gibi yerinde donakaldı. Beklemediği bu çıkıştan çok, tepkinin şekline şaşırmıştı.

“Sen… Allah’a şirk koşuyorsun. Kendini Tanrı yerine koyuyorsun. Ona eş koşuyorsun!”

Kadri, altta kalmamak ve yaşadığı şoku atlatmak için bağırdı:

“Hayır, sen ne biliyorsun! Ne saçmalıyorsun!”

“Birisinin hayatına ve ölümüne karar verme gücünü kendinde görüyorsun. Sana yalvardıkça, hayatını bağışlayacağını söylüyorsun. Buna hakkın yok! Hayat ve ölüm, ancak Allah’ın iradesindedir. Sen kibirli ve şeytana uymuş birisin!”

Kadri, elinde asılı duran çakıyı hafifçe yere indirdi.

“Allah, bu dünyada mücrimleri temizleme görevini bana verdi. Günahkârları yok etmem için güç ve zekâ verdi. Bu yolda hiçbir desteği esirgemedi. İğne deliğinden deve geçirdim. Müthiş planların, Yaratan’ın takdiriyle altından üstünden geçerek, tehlikeleri atlattım. Hem, sen kim oluyorsun da bunu yargılıyorsun. Sen günahkâr bir fahişesin!”

Kadın, başını avuçları arasına alıp, ağlamaya başladı. “Evet, ben fahişeyim. Babam da fahişe. Annem de. Toplumun hepsi fahişe. Benim fahişe olmamı sağlayan, her gün yattığım onlarca insan da fahişe. Bana vesika sağlayan devlet, beni her hafta muayene eden doktorlar da fahişe. Biz olmazsak, tacizlerin, tecavüzlerin artacağını, toplum namusunun sapıklardan korunması için genelevlerinin varlıklarının şart olduğunu savunan saygın insanlar da fahişe.

Peki, o zaman benim suçum ne,   bu lekeyi alnımda taşıyorum. Bu fahişe damgasını neden alnıma yedim? Herkesin fahişe olduğu bir toplumda, neden günah keçisi biziz?”

Kadri, öfkeyle bağırdı: “Sesini kes! Niye bana karşı koymadın, bana direnmedin, seni öldürmem için beni tahrik etmedin? Şimdi karşımda seni bağışlamam için yalvarıyorsun?” Sonra çakıyı yere attı ve odanın içinde titreye titreye dolaşmaya başladı. Sonra kadının yanına gitti ve önünde diz çöktü.

“Sen, kurban olmak istemedin. Ama bundan öncekileri, bu seçeneği vermeden temizledim. Konuşmalarına müsaade etmeden hepsini öldürdüm. Çünkü benim zayıf damarımı yakalamalarına izin veremezdim. Eğer öyle olsaydı, Allah bu yetkiyi benden geri alırdı. Sırf bana verdiği kutsal göreve layık olabilmek için merhametimi törpülemeyi, zalim ve gaddar biri olmayı arzuladım.

Bunu söylemeye utanıyorum: ben ölümden korkuyorum. Cezaevine girmekten de. Bunlar benim için bir hiçlik, sınırsız bir eylemsizlik uzayıdır. Benim hayatım ise eylemler üzerine kurulu. Benim güç kaynağım zalimlerden intikam almak. Ama seni öldürmeyeceğim. Sen benim yalnızlığımı giderdin. Benim hayat arkadaşımsın artık. Senden tek bir ricam var. Lütfen beni terk etme. Eğer cezaevine girersem, beni ziyaret etmeyi de ihmal etme.”

Kadri, ayağa kalktı. Bir not kâğıdı karalayıp, iç cebindeki Kuran’ın içine yerleştirip, Sevil’e uzattı. Sonra dış kapıya yönelip, dışarı çıktı.

Sevil, elinde tuttuğu kitabın farkında olmadan, çöktüğü yerde öylece otururken, hayatının ikinci kırılma noktasının, bir kez daha ölümden kurtuluşunun tahlilini yapıyor, bundan sonraki ömrünün rotasının nasıl çizileceğini düşünüyordu. Duyduğu bir anlık dehşetle, bu rezalet yaşantısının ortasında bitiveren ölüm tehdidinden gafilce kaçmaktan şimdi pişmanlık duyuyordu. Ayağa kalktı ve sallanarak dışarı çıktı. Elindeki kitabı çantasına koydu. Tarlabaşı’nın izbe ara sokaklarında sallanarak yürüyen ve gece ortamında her an bir tehdit unsuru oluşturabilecek serseriler artık umurunda değildi. Gözünde her şey anlamını kaybetmiş, hepsi sahte ve uçucu oluvermişti. Bedeni de önemini kaybetmişti gözünde. Bir dakika önce canlı bir varlıkken, bir dakika sonra statik bir nesne olabilen bir sakatat yığınıydı beden.

Ömer Hayyam Caddesi’ne girdiğinde, boş bir taksiye el salladı ve bindi. Artık taksi şoförünün, hakkında ne düşündüğünü de umursamıyordu. Dikiz aynasından yönelttiği imalı ve sinsi bakışları da…

“Beni Halıcıoğlu’na götürür müsün?” dedi taksiciye. Taksi Şoförü, Kasımpaşa tarafına doğru manevra yapmaya kalkışınca, “Taksim’den, ana caddeden git” dedi şoföre. Araç, Taksim Meydanı’ndan, Halaskârgazi Caddesi’ne geçtikçe, bir zamanlar eskort kız olarak sürtündüğü bu yolları anımsadı. Caddede, şehri, insanları, manzarayı hüzünle karışık sitem dolu bakışlarla seyretti. Onu en çok, el ele tutuşan bir çift görmek öfkelendiriyordu. Hiçbir şey, bir apartman dairesinde yanan sıcak mavi ışık kadar içini acıtmıyordu.

Taksici, Halıcıoğlu otobüs durağına ayrılan şeride girmek üzereyken, “Hayır, devam et, o yola girme, iyice köprüye yaklaş” dedi. Köprünün Sütlüce ayağına yaklaşırken aracı durdurdu. Taksi şoförü, dikiz aynasından kadını inceliyor, gece vakti neden burada indiğini merak ediyordu. Fırsatı bulsa ve cesaretini toplasa, hal ve hareketlerinden şüphelendiği kadınla konuşmak için yanaşacaktı. Sevil, cebinden yüz lira çıkarıp, şoförün koltuğuna fırlattı ve bariyerlerin üzerinden atlayıp, Haliç Köprüsü’ne uzanan kaldırımda yürümeye başladı.

Yanından vızır vızır geçen araçları seyrederek ilerledi. Sanki bütün dünyada tek sorunlu insan kendisiymiş gibi hissediyordu. Araç içinde aynı istikamete giden insanları düşünmeye başladı. Sanki hiçbirinin problemi yoktu ve kusursuzca biten bir günün ardından evlerine, çoluk çocuklarına kavuşacakları ana hazırlanıyorlardı.

Ruhsal kaosu son kertedeydi, tepeden tırnağa isyan ve sitemkâr çığlıklarla kaderine küfrediyordu. Hiç umudunun kalmaması, bir fahişe olmaktan başka çıkar yolunun bulunmaması, kendisine bu dünyada biçilen gaye ve rolün sadece seks kölesi olmaktan ibaret olması, artık çürük canından vazgeçmeye yöneltmişti onu. Tüm varlığıyla, ruhuyla ve bedeniyle iyice hırpalanmış, takatsiz kalmış hissediyordu kendini. Vücudunun her bir gözeneğini işgal eden kurtçuklar ruhunun oksijenini kesmişti. Daralıyor, nefes alamıyordu. “Keşke” diye sayıkladı. “Keşke birileri vazgeç dese… Ama bu ne işe yarayacak? Aman Allahım! Her şey bir gösteri mi yoksa? Kendimi öldürerek neyi amaçlayacağım? Bu herkesin gözü önünde olsa bile ben öldükten sonra benim için ne değişecek? Hayır, hiçbir şey değişmeyecek. Peki, ölüm bir şeyleri değiştirecek mi? Sanmıyorum. Ama artık kaldıramıyorum. Keşke her şey o evdeyken bitseydi, bugünlere gelinmeseydi. Önüme Şahin’leri ve Kadri’leri koyan Allahım; kurtarıcı meleklerini ne zaman göndereceksin?”

Köprüyü ortaladığında, demir korkulukların üzerine çıktı ve korkuluğun Haliç’e bakan yönünde oturdu. Artık hiçbir şeyi görmüyordu. Bir süre dalıp, hayatını gözden geçirdi. Yaşamak için bir sebep, güzel bir anı ve inanç aradı. Ama keşmekeş ve acıdan başka bir şey gelmedi aklına. Babasını düşündü. “Keşke önce onu öldürüp, sonra canıma kıysaydım” diye mırıldandı. Çantası hâlâ omzundaydı. İçini açtı ve lacivert kaplı kitabı korkuluğun üzerine bıraktı. Arkasına baktı, gece havasıyla bütünleşip, iyice görünmez hale gelen siyah Haliç’in, birazdan kendisini yutacak olan o kara suyun ürkütücü karanlığını gördü. Yapmalı mıydı? İşi bu noktaya getirecek kadar çile ve buhran yaşamıştı. Cinayetten şans eseri kurtulmanın travmasıyla bugünlere gelmiş, yeryüzünün en korkunç ve aşağılayıcı mesleğinde bedenini ve onurunu çürütmenin utancıyla yaşamış, Kadri Maraz’la yüzleşmenin yaşattığı korku ve ıstırap ise onu canına kıymanın eşiğine getirmişti.

Sağ tarafında, Halıcıoğlu yönünden gelen bir sesle irkildi: “Kızım, ne yapıyorsun, dur, konuşalım biraz.” Az ileride park edilmiş arabadan inmişti. Sevil, başını salladı. Ellerini havaya kaldırdı. Vücudunu demir parmaklıkların üzerinden tümüyle serbest bıraktı. Ayakları dengesini kaybetti ve dipsiz kuyuya doğru uçtu.

Yaşlı adam, bağırdı. Köprüde peş peşe duran araçlardan inen insanların arasında, yaşlı adam, korkuluğun üzerinde duran kitabı aldı ve açtı. Kapağın altındaki beyaz kâğıdı aldı ve refüj ışıklandırmasının yönüne çevirip okumaya başladı. Bir ev adresiydi. Henüz yeni yazılmış bir ev adresi. Altında ise, daha eskiden yazıldığı belli olan ve daha zor okunan bir ibare: “Allah, intihar edenleri affetmez.”

Ahmet İnce ‘nin Yücelme adlı romanından alıntılanmıştır.

Yazar:

Ahmetince

Yorum yaparken lütfen hikaye ya da filmlerin konusunu açık etmeyin ki her okuyan sizle aynı zevki alabilsin ;)

yorum