Röportaj: Oğuzhan Aslan

Röportaj: Oğuzhan Aslan

Polisiye yazarları ile röportajlarımıza bu hafta Kıyamet günlüğü – Kayıp Hanedan kitabı ile dikkatleri üzerine çeken Oğuzhan Aslan ile devam ediyoruz. Keyifle okuduğumuz kitap ile ilgili bir değerlendirme yazısı yazmıştık. Yazarı bu röportaj aracılığı ile daha yakından tanıma imkanı bulduk, eminiz bu mülakatı siz de keyifle okuyacaksınız:

Öncelikle bize vakit ayırdığın için teşekkür ederiz Oğuzhan. Henüz çok genç olmana rağmen polisiye edebiyata gönül veren okurların dikkatini çekmeyi başardın. Kıyamet Günlüğü – Kayıp Hanedan romanın büyük ölçüde takdir topladı. Bize romanın gelişim sürecinden biraz bahseder misin?

Röportaj için ben sizlere teşekkür ederim. Uzun zamandır kitabımla ilgili gelen her türlü yorumu dikkatle takip ettiğim için gelen olumlu ve olumsuz tepkilere cevap verme ihtiyacı doğmuştu. Hepsini doğru bir süzgeçten geçirmeden bu yorumlara cevap vermek istememiştim. Sanırım artık benim için de bu hususları cevaplandırma zamanı geldi. Kıyamet Günlüğü, benim ilk gençlik yıllarımdan beridir üzerinde durduğum bir çalışma idi. Fasiküller halinde yazdığım ve birbirinin devamı niteliğinde olan hikayelerim vardı. Kitap piyasaya girmeden 1 yıl kadar önce bu hikayeleri bir araya getirip tek bir öykü haline getirmek istedim. Bu sayede Kıyamet Günlüğü ortaya çıkmış oldu. En kısa şekilde böyle özetleyebilirim sanırım.
Yani bir dağınıklıktan bir roman çıkardın diyebilir miyiz?
Hem de ne dağınıklık. Hatta ilk topladığım şeklini üniversite yıllarında kendi imkanlarım ile sınırlı sayıda kitaplaştırıp arkadaş çevreme dağıtmıştım. Hikayenin o hali çok daha uzun ve karmaşık olmuştu. Sanki her bulduğumu doldurmuş gibiydim kitaba. O yüzden toparlanmış halini yontup bu hale getirmek çok daha zor oldu. Mevcut hali, eksikliklerine rağmen beni dağınıklıktan kurtardı.
Peki, Kıyamet Günlüğü gerçekten bir polisiye romandır diyebilir miyiz sana göre? Çünkü Türkiye’de özellikle Metal Fırtına furyasından sonra politik kurgu olarak yeni bir roman türü devşirildi. Sen neden kendini bu tarza yönelmiş biri olarak değil de polisiyeci olarak tanımlıyorsun?
Politik kurgu dediğimiz tür, sizin de söylediğiniz gibi Metal Fırtına isimli romandan sonra ortaya atılmış, Anti-Amerikancı İslami kesimin yaşanması mümkün olmayan, öngörüler üstü isteklerine yer verilen romanlardır. Dünya edebiyatına baktığınız zaman da karşılığını bulmanız güçtür. Bu tip romanları esasen fantastik tür olarak değerlendirmek daha doğru diye düşünüyorum. Üstelik bu tip romanlarda “Acaba?” sorusundan çok “Keşke!” ümitleri vardır. Kıyamet Günlüğü, tarihi ve dini bazı olayların kurgusal harmanlamasına dayanıyorsa da esas olarak bir cinayetin izlerini süren cinayet büro ekibinin hikayesini anlatmaktadır. Üstelik merak unsuru olan pek çok konu olmakla birlikte sordurduğu tek soru katilin kim olduğuna yöneliktir. Böyle olunca Kıyamet Günlüğü için politik kurgu demek haksızlık olur diye düşünüyorum.
Fakat kitabında, halifeliği gizlice devam ettiren bir gizli bir cemiyetten, Atatürk’ün öldürülmüş olabileceğinden, kıyamet politikalarından bahsediyorsun. Bu açıdan baktığımızda senin de hikayeni fantastikleştirdiğini söyleyemez miyiz?
Tarihi ve dini mitleri kullanırken öğretilen tarihin ötesine geçmek, bunları kurgulamak ve bir hikayeye adapte etmek o eseri polisiye tür olmaktan çıkarmaz. Bunun edebiyatımızda örnekleri de var. Ahmet Ümit’in İstanbul Hatırası, Sultanı Öldürmek kitapları tarihi olaylardan yola çıkarak kurgulanmış polisiye kitaplara örnektir. Evet, yüzde yüz hakikati ispatlanmış konuları kitabıma yansıtmamış ve hatta komplo teorisi sayılabilecek iddialara yer vermiş olabilirim. Ama tutarsız ve tarihte karşılığı olmayan, temeli bulunmayan hususlar değildi bunlar. Üstelik yine söylüyorum, burada esas mesele tarihi ya da dini bir mesaj vermek değildi. Tarihi ve dini sebepler ışığında işlenmiş bir cinayetin şifrelerini çözmekti. İşin kurgusal boyutu elbette olacaktır. Roman yazıcılığının temeli zaten buna dayanıyor. Ama ben bir kesimi memnun edip diğer kesimin tepkisini çekerek eser üretmiyorum. Bunu yapmış olsaydım politik kurgu olduğunu söyleyebilirdik.
Okuyuculardan gelen olumlu yorumlar artık herkesin malumu olduğu için bir kenara bırakıyoruz bunları. Şüphe yok ki hayal gücün kuvvetli ve kalemin de piyasada yazar geçinen çoğu kişiden iyi. Ne var ki gelen eleştirilerin odağında olan bir konu var. O da bu kadar komplike bir öyküyü çok kısa anlatmış olman. Hemen tüm okuyucular öykünün daha uzun olması gerektiğini söylüyorlar. Yazarken bir anda kestirip attın mı yoksa kitabın bu kadar kısa olması özel tercihin miydi?
Evet, herkes kitabın anlatımından ve öyküsünden çok kitabın hacmine takıldı ne yazık ki. Kitabın hacminin az olup olmadığını bilmiyorum ama olması gerektiği kadar olduğunu pekala söyleyebilirim. Lakin bunun iki sebebi olduğunu söyleyebilirim. İlki hemen herkesin ilk fırsatta sarıldığı bir bahane halini almaya başlamış “Okumuyoruz!” eleştirisidir. Ben buradan yola çıkarak, okuyucuyu sıkmayacak, hikayeden kopmasını engelleyecek, bir solukta okuyacak bir kitap ortaya koymak istedim. Hayatında hiç kitap okumamış tanıdıklarıma dahi kitabı verdiğimde çok kısa sürede ve severek kitabı okudular. Bu açıdan kitabın kısa olması, okumayan insanlara okumayı sağlayacak ulvi bir görevi de yerine getirmiş oldu. İkinci sebep ise kitabın hacminden çok mizanpajı ile ilgili. Daha evvel sitenize yazdığım bir yazıda buna kısaca değinmiştim. Piyasada adı sanı duyulmamış, edebiyat dünyasında torpili olmayan, magazin gündemlerinde adını duyurmamış biri iseniz birçok yayınevi sizi “ticari risk” olarak etiketliyor. Böyle olunca da kitabınıza fırsat vermek isteseler bile maliyetlerini minimize etmek için çeşitli arayışlara giriyorlar. Benim kitabım açısından bu arayış ise, satır aralarının dar tutulması suretiyle kitap sayfasının sınırlandırılması şeklinde tecelli etti. Şayet okuyucunun gözünü yormayacak yazı karakteri seçilerek, uygun satır aralığı ile baskıya girmiş olsaydık kitabın hiç olmazsa 200 sayfaya dayanacağı muhakkaktır. Bu sebeple sayfa sayısının azlığının kitabın hacminin dar olarak yorumlanmaması gerekir.
Kitabına dair bizim de dikkat çekmek istediğimiz bir diğer husus da polisiye romanlarda alışık olduğumuzdan farklı olarak karakterlerini okuyucuya tam olarak açmıyorsun. Hikayelerin gidişatı içinde o karakteri gözümüzde canlandırmakta hayli güçlük çekiyoruz. Karakterlerinin hayatlarını ve tasvirlerini neden bu kadar kitabından soyutladın?
Ben yazarlık konusunda eğitim almış birisi değilim. Henüz bu işin mutfağına girmiş ve pişmeye gayret eden birisi olduğumu söyleyebilirim. Sizin de bildiğiniz üzere esas mesleğim avukatlık. Ve roman yazmak dilekçe yazmaya hiç benzemiyor. Yazarlık, daha iyi olmaya çalıştığım farklı bir kulvar. Bu kulvarda başarılı olabilmek için de doğru yazarlığın belli teknikler ve öneriler çerçevesinde ilerlemesi gerektiğine inandığım için kalemi elime almadan önce nasıl yazmam, nelere dikkat etmem, hangi yazım tekniklerini kullanmam gerektiğini araştırdım. Buna dair kitaplar okuyup internet araştırmaları yaptım. Malum olduğu üzere roman yazımı bakımından çeşitli teknikler mevcuttur. Burada, romanın türü ne olursa olsun, yazarın kullandığı teknik, hikayenin ve türün önüne geçmek durumundadır. Ben klasik metotları analiz ettim. Zira başlangıç olarak bu teknik üzerinde çalışmanın gelişmemi sağlayacağını ümit ederek, bununla ilgili araştırmalar yaparak karar verdim. Bu tekniğin adı “Şuur Akısı Tekniği”dir. Modern yazarlar bunu “Bilinç Akımı” olarak da adlandırırlar. Bu tarz yazımın özelliği gereği, olaylar aktarılırken mantıklı bir bağ kurulması mecburiyeti yoktur. Aksine tutarlılıktan kaçmak gerekir. Önemli olan düzensizlikten çağrışımlar uyandırmak ve merak unsurunu canlı tutmaktır. Tekniğin getirdiği bir diğer sonuç olarak, kişi tasvirlerinden de kaçılır. Zira okuyucunun karakter ile bağ kurması istenmez. Okuyucu orada karakterin iç dünyası da dahil olmak üzere yalnız bırakılır. Böylece somut olarak okuyucu sadece merak duygusuna odaklandırılır. Bu açıdan bakınca sizin olumsuz olarak kabul ve takdir ettiğiniz durumun ben olumlu olduğunu düşünüyorum. Zira tercih ettiğim yazım tekniğinin burada sağlıklı ve olması gereken sonuçlar ortaya çıkarmış olduğunu görüyorum. Karakterleri hafızanızda canlandıramıyor, konular arasında kendinizce mantıklı ve tutarlı geçişler yapamıyor, ancak buna rağmen anlatılan konuya odaklanarak merak unsurunu son haddine dek hissediyorsanız ben istediğimi elde ettim demektir.
Kitabın şok eden finali de bunu mantığın mahsulü olsa gerek?
Kesinlikle öyle. Odaklandığınız yerden sıyrılmaya fırsatınız olmadan gerçekle yüzleşmek… Finalin böyle olması gerekiyordu.
Bir başka röportajınızda Kıyamet Günlüğü’nü bir üçleme olarak tasarladığınızı söylemiştiniz. Buna dair çalışmalarınız var mı?
Aslında bu bir niyetti. En başta da söylediğim gibi fasiküller halinde yazdığım hikayeleri bir araya getirip tutarlı bağlantılar ve ara bölümler oluşturarak bir roman oluşturdum. Ama kurguya dahil edemediğim ve dışarıda kalan konular oldu. Bunları da mantıklı bir düzlemde bir üçlemeye sığdırabildim. Bu sebeple üçleme yapmak niyetinde idim. Ne var ki şimdilik üçleme fikrini rafa kaldırmış durumdayım. Çünkü şu anda üzerinde çalıştığım çok daha farklı ve çok daha güvendiğim bir hikaye var. Evvela bunu olgunlaştırmam gerekiyor.
İşte bu iyi haber. Yeni romandan biraz bahsetmek ister misiniz?
Bu şimdilik bende kalsın. Ancak hayli iddialı bir çalışma olduğunu söylersem ukalalık etmiş olmam diye düşünüyorum. Ciddi bir çalışma süzgecinden geçirmem gerekecek.
Biraz da Türkiye’deki polisiye edebiyat üzerine konuşalım. Bir yazar ve bir okuyucu olarak Türkiye’deki polisiye edebiyatı, polisiye yazarlarını nasıl değerlendiriyorsun?
Haddimi aşacak ifadelerden kaçmak isterim bu sorunuzda. Ama kendimce şöyle bir analizim var. Türkiye’de polisiye roman denilince akla sadece cinayet romanları geliyor. Katil kim demekten kendinizi alamadığınız kitaplardan ibaret sanıyorsunuz polisiyeyi. Burada polisiye yazarların biraz daha cesur hikayeler yazarak, mali suçları, siyasi olayları, cinayet dışındaki adli vakaları kurgulamaları gerektiğini düşünüyorum. Dünya edebiyatına baktığımız zaman sınırlı sayıda bile olsa mali polisiye örneklerini görebiliyoruz mesela. Yahut Sherlock Holmes öykülerinin birçoğu cinayetten çok daha farklı konular üzerinde bir dedektif hikayeciliği olarak karşımıza çıkıyor. Holmes için yapılan dizilerde, filmlerde bile her daim cinayet peşine düşülmüyor. Bu açıdan bakında polisiye edebiyatımızın cinayet romanlarına sıkışmış olduğunu söyleyebilirim. Burada yayınevlerinin de teşvik edici olması gerekiyor. Kitabınız klasik bir cinayet romanı olmasa bile polisiye öğeler barındırıyorsa dikkate değer bulunmalı ve en azından polisiye edebiyatı zenginleştirmek adına bu kurgudaki romanlar da okuyucuya sunulmalıdır. Okuyucularımızın artık polisiye türün sadece cinayet romancılığından farklı ve çok daha geniş bir kulvar olduğunu görmeleri gerekiyor.
Lakin sen de vergi hukuku üzerine master yapmış ve bu açıdan mali suçlarla ilgilenen bir avukat olmana rağmen cinayet romanı yazmayı tercih ettin. Bu eleştirin ile çelişmiyor musun?
Elbette hayır. Yukarıda da söylediğim üzere Kıyamet Günlüğü benim ilk gençlik yıllarımın mahsulüdür. O yıllarda ne mali suçları tanıyordum ne de vergi hukuku üzerine yüksek lisans filan yapmıştım. Hukuk fakültesini bile daha bitirmemiştim. O yıllarda buna merak sarmış ve bu türde bir roman ortaya çıkarmış olmam söylemlerim ile çeliştiğimi nasıl gösterecek ki?
Sanırım haklısın. Bu keyifli röportaj için çok teşekkür ederiz. Çalışmalarınızda sonsuz başarılar diliyoruz.
Ben de çok teşekkür ediyorum. Kitapla ilgili akılda kalan soruları cevaplama imkanı bulmuş olmak beni çok memnun etti.

Yazar:

Turgut Şişman
Turgut Şişman
Turgut Şişman, PolisiyeDurumlar.com ve Dedektifdergi.com sitelerinin kurucuları arasında yer aldı ve halen polisiyeseverlerin ilgi ile takip ettiği bu iki projede aktif olarak görev almaktadır. Çeşitli kitaplarda ve online platformlarda hikaye ve makaleleri yayınlanan Turgut Şişman, Polisiye Yazarlar Birliği üyesidir ve 2005 yılından bu yana İngiltere'de yaşamaktadır.

Yorum yaparken lütfen hikaye ya da filmlerin konusunu açık etmeyin ki her okuyan sizle aynı zevki alabilsin ;)

yorum