Sesli Cinayet 2

Sesli Cinayet

Sağanak yağmurun koskoca şehri bile susturan uğultusuyla uyandım. Perdeleri kapatmayı da unutmuşum üstelik. Şeffaf tanecikler alacakaranlık kızıllığını itinayla odama yansıtıyor, bu arada cama çarpıp yok olan arkadaşlarının da yasını tutuyorlardı. Yağmur taneciklerine bunca anlam yüklemiş olmama şaşarak banyonun yolunu tuttum. Su buz gibiydi. Tabiatın her şeyi, istisnasız her şeyi bu denli sistematik bir sıralamayla insanlığa sunuşuna bir kez daha hayret ederek buz gibi suyu avuçlarıma doldurdum. Dışarısı soğuk, yağmur soğuk, evde su soğuk…  Nihayet kendime geldim. Kahvaltı yapmaya niyetlendimse de ruhum bedenimi beslemeye hevesli değildi bugün. Bir bardak su içip mutfağı terk ettim. İşe gitmek için evden çıktığım saatlerin git gide karanlığa gömülüyor olmasından mı bilmem, bu sabah aymamıştım. Arabayı çalıştırdım. Bahçenin demir kapısından çıkarken bir servis aracı caddede biriken bütün suyu arabamın camına boca etti. Ne tuhaf? Üstümüze yağan yağmur suyu, yere düştükten sonra bizi ıslattığında birikinti adını alarak canımızı sıkıyor. Aynı su, aynı… Değil, aynı su değil.  Gökyüzünden milyarlarca mikrobu, virüsü, kimyasalı içine çeke çeke gelse de yere düştüğü anda, insanoğlunun kiriyle temas ettiğinden artık pis su. Sıçramamalı üstümüze.

Nihayet yola çıkmayı başardım ama fabrika o kadar uzak göründü ki gözüme, canım hiç araba kullanmak istemedi, servisle gitmeye karar verdim. Hemen en yakın durağa gittim. Etrafta arabamı akşama kadar rahatça bırakabileceğim park yeri bakındım, buldum da. Telefonla servis şoförümüzü aradım, gitmiştir endişesiyle. Yok; bugün beynim benimle çok konuşuyor. Susturmalıyım. Yoksa gün bitmeyecek.

Serviste en ön koltuk bana aittir. Ben olmasam bile kimse oturamaz o koltuğa. İşçiler teker teker biniyor otobüse. Birazdan diğer durağa gideceğiz. Oradan da binecekler, sonrası uzun fabrika yolu. Sesleri duymak istemiyorum. O kadar çok konu konuşuluyor ki uğultuya daha fazla dayanamıyorum. Kulaklık vardır umuduyla göz ucuyla çantama bakıyorum. Epey uğraşmam gerekecek kulaklıkları bulmak için çünkü tek gözlü sırt çantamı almışım. İçi dolu ve karışık, hem de çıfıt çarşısı gibi. Birkaç tur elimi gezdirdikten sonra çantamın içinde nihayet kulaklığın ince kablosuna dokunuyor parmaklarım. Fıstık yeşili kablo düğümünü çekiyorum çantanın dibinden yavaşça. Telefona kabloyu takıp aparatları kulağımın içine yerleştiriyorum ardından ama ne dinleyeceğime dair en ufak bir fikrim yok. Telefonumu internet erişimine açarsam hem oyalanırım hem de otobüsün içindeki seslere maruz kalmam diye düşünüyordum ki takip ettiğim hesaplardan birinde dün kaydedilmiş bir söyleşisinin bildirimi düştü telefonumun ekranına. Ünlü bir polisiye edebiyatı yazarı konuktu söyleşiye. Kaydın süresine baktım, tamı tamına iş yerime varacağım yol süresi kadardı, yarım saat. Söyleşiyi başlatan sunucunun sesi beni yormuştu nedense. Belki de yazarın sesini ilk kez duyacak olmanın meraklı telaşı sabırsız kılıyordu beni. Derken işte beklenen an geldi ve yazar Asil Şiar konuşmaya başladı. Bu ikinci kez oluyordu hayatımda. Yüzünü gördüğüm ama sesini duymadığım insanlara ait tınıları merak eder ama hiç tahminlerimi tutturamazdım. Bu defa oldu, bu defa tahminlerim isabet buldu çünkü kalafatlı yüzlerin tenor sese sahip olabileceğini ya da tam tersi, kemiksiz yüzlerin bas tonlarda hükmedebileceğini hayal edemezdim eskiden. Asil Bey’in sesi her gün duyduğum hatta ara sıra sohbet ettiğim bir ses gibiydi sanki. Vurguları bariton, onay kelimeleri tenor…  Sunucu sordukça yazar Asil şevkle anlatıyor. Agatha’dan Poe’ya yumuşak geçişlerle tadını damağımızda bırakacağı şimdiden belli olan söyleşi devam ederken kıvrak zekâsını konuşturduğu Lebnac – Doyle çatışmasına getiriyor sözü. İngiliz mesafeliliğinden Fransız çapkınlığına, ince ince dokunduruyor. Bekliyorum ki sunucu da dâhil olsun ve Arsen Lüpen Herlock Sholmes’e Karşı romanından bir giriş yapsın ama olmuyor çünkü yaşı genç olsa da o da ehli sayılır işinin. Mikrofonu sahibine teslim etmenin güveniyle dinleyici olmayı yeğliyor. O anda kulaklığımdaki seslerden de uzaklaşıyorum: Bir yazar cinayetler kurguluyor, kâh canice kâh kapalı kapılar ardında sessizce. Katili kendi yaratıyor. Nasıl planlar yapması gerektiğine karar veriyor. Sonra bir kurban yaratıyor ve aslında ikisini birbirine kırdırıyor, kendi beyninin kaygan kıvrımlarında. Suç, entrika, gizem ve kan. Tek tek cümle içinde kullanıldıklarında bile insanın tüylerini diken diken etmeye yeten bu kelime sarmalını koskoca bir kitabın içinde nasıl ürpermeden okuyabildiğimize şaşıyorum. Sonra bir bir seyrettiğim filmler geliyor aklıma.

Gerçek yaşamda katil ya da katiller için kullandığımız tabir aklıma geliyor ardından: “Ruh sağlığı yerinde değil.” Yine sarsılıyorum; peki ya suç yazarları? Normal bir zekâ, günlük yaşamı kaleme alır. Bütün amacı, geleceğe öğretilerde bulunmaktır. Kendi ile baş başa kalmaya korkan insanlara kendini geliştirme şansı vermektir derdi ama ya polisiye yazarları? İç dünyaları nasıl bir bilinmeze açılan kapı, nasıl üstün bir zekâ onları yönlendiren? Bence cevabı suç dünyasının koşulsuz kabul ettiği, “Kusursuz cinayet yoktur,” ilkesinde gizli. Kusursuzluk, beynin egosu. Beslenmezse, ego zapt eder insanı. Sonunda da suçluyu yakalamakta Yin Yang ilkesi girer devreye: Karanlık taraf öldürdü, aydınlık taraf yakaladı…

“Asuman Hanım, geldik.” Fabrikaya gelmişiz bile. İşime odaklanmaya çalışsam da pek başaramıyorum. Gerçekten kusursuz cinayet yok mudur diye araştırmaya başlıyorum. Kusursuzluğundan mı yoksa zamanın yetersiz teknolojisinden mi bilinmez, çokça faili meçhul dosya çıktı karşıma. Kimi cinayet kimi hırsızlık, gasp ve suikast. Aslında her suç bir suiistimal değil mi? Dolayısıyla bir suikast. Evet, her suç bir suikast. Hoşuma gitti zihnimin kelimelere rest çekişi, üstünlük taslayıp yeni anlamlar yüklemesi. Yaslandım koltuğuma iyice, yaylandım hafif hafif. Ne kadar doğru bir tespite bulundum ben öyle: “Sonuçsuz suikast yoktur!”

Akşam nasıl oldu, nasıl eve gittim oralar muamma lakin eve döner dönmez bilgisayarımdan tekrar açtım söyleşiyi. Yavaşlattım kaydı. Yazarın her kelimesini, her nefes verişini, sözcüklere nasıl davrandığını defalarca dinledim, bir daha, bir daha, bir daha. İçimde çığ gibi büyüyen kıskançlığa dur diyemiyordum. Benim hayal ettiğimi gerçekleyen birini dinlemek hiç de kolay değil çünkü. Onu geçmeliyim, hatta o bana hayran olmalı diye geçiriyorum içimden. Sonra da gülüyorum kendime. Saçmalamanın zirvesinde gezerken kendime eşlik etmeye bayılıyorum. Kendime eşlik etmek diyorum çünkü ara sıra kendimi bir kenara oturtup dost meclislerinin sözsüz kitabelerinde, onların çizgisine ayak uyduruyorum. Tam bu sırada, acaba kaydın tamamı mı bu kadar yoksa kesilmiş midir sorusu rahat bırakmıyor beni. Sunucuya ulaşsam bana söyler mi acaba? Sunucu da arkadaşım ya hemen kaydı ellerime teslim edecek!

Aradan aylar geçti. Ben o sabah yoğun olarak yaşadığım, sesten beden profilleme dürtülerime yenilişimin arkasına takılmış, onlarca suç romanı okumuştum; Asil Bey’in kitapları hariç. Bir gün mutlaka kendi sesinden dinleyeceğime inancım tamdı çünkü. Nasıl olacaktı bilmiyorum ama inanıyordum buna. Cinayetleri yazarken nabzının hızlı temposuna ayak uyduran nefesine sıkışmış harfleri ancak yazarın kendi sesinden dinlediğinizde gerçekmiş etkisi yaratır. Bunu deneyimlemiş biri olarak, sahibinin sesinden eseri özümsemek, inanın tarif edilemez bir haz. Şükürler olsun ki etrafımda var şair, yazar dostlarım. Onlar sayesinde böyle bir güzelliği bilenlerdenim. Biliyorum, şimdi diyeceksiniz ki günümüzde pek çok yazar bunu sesli kitap, radyo tiyatrosu ya da bir internet kanalı üzerinden beğenimize sunuyor. Haklısınız ama ben dost seslerden, sohbet edebildiğimiz, sebepsiz arayabildiğimiz, yani ulaşılabilir seslerden bahsediyorum. Zihnim neden böyle kaçışlar, oyunlar istiyor biliyor musunuz? Yorgunum. Sanırım önce bunu söylemem gerekirdi. Aralıksız, tatilsiz üç yıl çalışınca, insan kendini bulabileceği farklılıklar arıyor zira yorgun bedenli bir zihin, dinlenebilmek adına önüne çıkan her türlü engeli yok etmek eğilimi gösteriyor. Ben de bu farklılığı, yani sesten insan oluşturma işini, işte böyle buldum. İçimdeki o ehlileştirilmiş ilkel insanın hortlamasına böyle engel oldum. Avcılıktan gelip kan kokusuna tepkisiz kalmayı öğrettiğimiz yanımızdan sebep değil mi onca korku filmi, onca seri katil hikâyesi? De Quincey çanak tutmadı mı o filmlere, romanlara, cinayeti güzel sanatların bir dalı olarak kabul ederek? Velhasıl, insanlık güzelavrat otunun cazibesine kapılıp hızla arsenik ve cıvanın sessiz, sakin ölümcül gücünü keşfettiğinden beri kafasını her gün bir adım daha yaklaştığı ölümle bozdu.

Peki, ben bir polisiye yazarı olsaydım ne yapardım, sanırım asıl sormam gereken soru bu. Kimi kurban seçerdim mesela? Tanıdık bir isim mi olurdu yoksa sıradan bir yabancı mı? Ses getirsin diye büyük eylemlerde mi bulunurdum yazılarımda yoksa en az kanıtla kurtulmaya mı çalışırdım? Hikâyemin karakterleri ne iş yapardı? Kendi hayatımdan kesitler mi kullanırdım? Şimdi anladım; polisiye okurları, yazara meydan okumayı kitabı okumaktan daha çok seviyor. Daha ilk sayfadan katili bulma derdine düşüyor çünkü zekâ; rasyonel çıkarımları değil, sadist davranışları anlamanın derdinde. Ardı arkasına bunları düşününce yazmanın değil de okumanın daha kolay olduğuna kanaat getiriyorum ve elbette sunucumuzun programına abone olup dinlemenin. Abone olmasına oldum ancak çok zaman geçmiş benim en son dinlediğim halinden. Yeni formatlar eklenmiş programa. Sunucu üç tane kelime, yanında da bir olay yeri veriyor ve bir sonraki yayına kadar takipçilerinden e-maille kurgularını göndermelerini istiyor, sonra da kendince en iyi olanı seçip yayında okuyormuş. Yıllar önce babamın anlattığı anısını hatırlattı bana. Gazetenin köşe yazarı, yarışma yaparmış, tıpkı sunucumuz gibi. Mektupla gönderilirmiş o zamanlar cevaplar. Birinde de babam kazanmış. Gururla gösterir hâlâ kazandığı ödül dolmakalemi.

Bu haftaki anahtar kelimeler radyo, telefon, mavi top ladin ve sera. Onlarca kurgunun arasından sıyrılmamı sağlayacak kurguyu ben yapabilir miyim acaba? Ne kaybederim ki? Seçilmesem de zihin jimnastiği yapmış olurum. Önce bir fincan kahve almalıyım. Ardından bir defter ve bir kalem. Sonra aklıma gelenleri sıra sıra yazmalıyım. Karakterimin adı Rüstem. Soyadı da Cihanbeyli olsun. Laf aramızda, haritadan buldum bu soyadı. Rüstem Cihanbeyli emekli olmuş ama iş yerini terk edememiş bir çiçekçi. Aranjman yapanlardan değil, aranjmana çiçek yetiştirenlerden. Kızı da peyzaj mimarı olunca kapatmamış serasını. İş yerine eklemeler yaparak hem kızına malzeme yetiştirmiş hem de emekliliğin verdiği işe yaramazlık duygusunu bertaraf etmiş.

“Bir sabah yine odun sobasıyla ısıttığı ofisinde çayını demlerken radyoda duyduğu haberle çok uzaklara dalıp gitti. Yıllar önce ölümüne sebep olduğu kadınla aynı isimde biri için çok acil kan aranıyor anonsuydu duyduğu. Otuz yıl önce çelenkleri kamyonetine yüklemiş, teslimata gidiyordu aceleyle. O acele ettikçe önüne akıl almaz engeller çıkıyor, Rüstem de öfkesine yeniliyordu. İşte tam böyle bir anda ara sokaktan önüne kocaman bir çöp kamyonu çıkıverdi. Ondan kurtulmak için manevra yaptığı sırada karşıdan karşıya geçmeye çalışan Gönül Kara’yı fark etmedi. Hafif çarpmıştı ama kadın kafasını hızla yere vurduğundan hayatını kaybetmişti. Gönül Kara’nın caddede yürüyor oluşu Rüstem’in cezasını hafifletse de vicdanını asla susturamadı. Pişmanlığı Rüstem’i hiç rahat bırakmadı o günden sonra ve artık hiç acele etmiyordu hayatı yakalamak için, çünkü biliyordu ki ne yaparsa yapsın, yazgı bildiğini okuyacaktı. “Keşke,” dedi içinden, “keşke kan gruplarımız uysaydı da şu anonsa koşa koşa gidip hayat kurtarabilseydim.” Tam o anda telefon çaldı. Daha ahizeyi kaldırırken hıçkırıkla karışık gelen öksürük sesiyle duraksadı. Arayanın kadın mı erkek mi olduğunu anlayamıyordu, o nedenle cinsiyet belirtmeden konuşmaya çalıştı: “Buyurun, ne istemiştiniz?” Güç bela siparişi alabildi. Mavi top ladin. Yarın öğleden sonra şehir mezarlığının doğu kapısına gidecekti. Siparişini hazırladığında hava kararmıştı artık. Ertesi güne sarkan işleri kontrol edip kızına da yapılacaklar notunu yazdıktan sonra evine gitti Rüstem. Ertesi gün on bir civarında seraya geldi. Kızıyla sade kahvelerini içtiler, biraz şakalaştılar biraz iş konuştular ve Rüstem mavi top ladin ağacını teslim etmek üzere şehir mezarlığına doğru yola çıktı. Doğu kapısına vardığında, yaşlı olmasa da çenesindeki kırışıklıklara rağmen ellerinin pürüzsüzlüğü hayatın onu epeyce yıpratmış olduğunu anlatan bir adam, dün telefonda olduğu gibi öksürük eşliğinde kendisini bekliyordu. Adam nerdeyse harf harf, “Rüstem Bey,” diyebilmişti. İyi giyimliydi öksüren adam, yalnız başındaki şapkanın siperi yüzünü tam olarak görmesine engel oluyordu Rüstem’in. Ladini yüklendiler. Rüstem sırt çantasını da alıp fidanın kökünden kavradı, müşterisi de önde ladinin gövdesinden tutarken mezarlığa girdiler. Epey yol gittiler. Neden sonra adam durdu. Az ileride, etrafı ferforjelerle çevrili mezarı gösterdi. Malum fidanı dikebilmek için önce toprağı kazmaları gerekiyordu. Rüstem sırt çantasından katlamalı küreğini ve tırmığını çıkarttı. Taşları ve otları tırmıkla temizledikten sonra küreğiyle kazdı toprağı. Ladini kökünü kazdığı çukura yerleştirdikten sonra toprağı çukura doldurdu. Çantasından su şişelerini çıkartıp can suyunu verdi. Tam müşterisine dönüp, “Tamamdır,” diyecekti ki adamın yüzünü gördü. Bu, yıllar önce ölümüne sebep olduğu kadının kocası, Fatih Kara’ydı. Rüstem yutkundu. Ne diyeceğini, nasıl konuşacağını bilemedi ama hafızasındaki kaza anı görüntüleri film kareleri gibi hızla dönmeye başlamıştı. Kadına çarptığında da mavi top ladinler götürüyordu çelenklerin yanında kamyonetin kasasında. Kadının inlerken ladin dediğini herkes duymuştu ama dikkate almamıştı kimse. Kadın son nefesinde bile kocasını düşünüyor, öksürüğe iyi gelen ladin ağacını işaret ediyordu. Rüstem bunları düşünürken Fatih Kara mezar taşının üstünü kapatan çuvaldan örtüyü kaldırdı. Rüstem içinden, “Hayır!” diye haykırsa da korktuğu başına gelmişti. Beyaz mermere kazınıp siyaha boyanmış Gönül Kara ismi karşısındaydı. Adam, Rüstem’in gözünün içine bakarak önce kendi kalbine vurdu parmağını, sonra da Rüstem’i parmağıyla işaret ederek başını salladı. “Vicdanın rahat mı?” diyordu belli ki. Rüstem, “Hayır,” dedi. “Hayır, onca yıl geçti ama her gece kazayı yeni baştan yaşıyorum.” Adam bu sırada ceketinin cebinden yavaşça tabancasını çıkarttı. Rüstem yolun sonuna geldiğini düşünüyordu artık. Adam tabancasını elleri titreyerek Rüstem’e doğrulttu. Dudaklarından, “Doyamadım ben ona, aldın benden karımı,” kelimeleri hınçla çıktı ve hemen ardından kendi sol şakağına dayadı tabancayı. Rüstem, “Yapma!” diye bağırarak bir adım atmıştı ki adam tetiğe bastı. Rüstem tabancayı elinden aldı. Yere düşen adamın soluğunu kontrol etti ama faydasız, heyecandan hiçbir şey duyamıyor, nefesinin sıcaklığını hissedemiyordu. O sırada polis arabalarının siren sesini duydu Rüstem, aynı anda da adamın ceketinin cebinden gelen sesleri. Fatih Kara intihar etmeden önce polisi aramıştı belli ki. Elinde eldiven vardı ve tabancası şimdi Rüstem’in elindeydi. Başına geleni anlaması uzun sürmedi Rüstem’in. Adam eline eldiven giyerek parmak izini yok etmişti ama barut izi duruyordu. Polis bu kanıtı elbette dikkate alırdı ve işin aslını anlardı ama o zaman zarfında yaşanacaklar Rüstem’in ömründen ömür alırdı. Polisler Rüstem’i araca bindirdiklerinde yerde yatan adamın yüzü gülüyordu.”

Oh! Nihayet ipuçlarını birleştirip ortaya bir şeyler çıkartmayı başarmıştım. E-mailimi yollayıp yayın gününü beklemeye kalmıştı iş.

Aradan beş gün geçmişti ve biliyordum ki akşama programın kaydı internete yüklenecekti. Güçlü bir hikâyemin olmadığını bilmeme rağmen yine de heyecanlanmıştım. Sunucu konuşuyor, o konuştukça ben sabırsızlanıyordum. Sonunda, “Geçen haftaki kelimelerimizi hatırlayalım önce,” dedi. Kalbimin sesini karşı komşumuz bile duyabilirdi, o derece hızlı ve gürültülü atıyordu. Devam etti sunucumuz: “Bu hafta iki hikâye seçtik.” Heyecanımın zirvesindeydim. Beklenen an gelmiş, sunucu benim adımı da söylemişti. Yazdığım hikâyeyi beğenmişti. Devam etti konuşmasına: “Formatımızı genişletiyoruz. Ekip arkadaşlarımla seçtiğimiz hikâyeleri canlandıracağız ve videolarını çekip sizlerin beğenisine sunacağız.”

Gurur verici bir durumdu. İlk kez hikâye yazmıştım ve seçilmişti. Üstelik kısa metrajlı film olacaktı.

Programın sonuna gelmiştik artık. Sunucu, “Bu hafta kelime yok,” dedi. “Serbestsiniz bu defa. Yazın hikâyeleri, gönderin bana, gerisi bende…”

Beğenilmenin verdiği hazla hemen kalemimi aldım tekrar elime. Sonra bir duraksadım. “Neden bilgisayarıma yazmıyorum ki ben?” Fişi taktım ve klavyeme parmak uçlarımla hızlı hızlı komutlar vermeye başladım:

“Ünlü iş adamı, kendisine gönderilen paketle öldürüldü. Gazeteler bu başlıkla güne başlamıştı. Ülke çalkalanıyor, insanlar iş adamının başına gelenleri endişeyle takip ediyordu. Can korkusu herkesi sarmıştı oysa olay kendileri için korkulacak boyutta değildi. İş adamının kendi sesinden oluşturulan sese duyarlı bomba düzeneği, harici diske yerleştirilerek gönderilmiş, başta da dediğim gibi kendi sesine duyarlı olduğu için dikkat çekmemişti…”

***

“Amirim, katil zanlısının bilgisayarında bulduğumuz yazı bu kadar. Kayda değer başka bir bilgi yok. Bilgisayarı bilişim uzmanlarına teslim edeceğiz.” O sırada açık televizyondan gelen sese odaklanmıştı Komiser Nedim:

“Geçtiğimiz hafta bir internet sitesinin aboneleri arasında düzenlediği yarışmada hikâyesi seçilen Asuman Öztürk, ünlü polisiye yazarı Asil Şiar’ ı öldürmekten aranıyor. Edinilen bilgiye göre Şiar, harici diske yerleştirilen kendi sesine duyarlı el yapımı bombayla öldürüldü. Katil zanlısının yazara gönderdiği e-mail ışığında hareket eden emniyet güçleri, Öztürk’ün bilgisayarında olayın gerçekleşme şekline bire bir uyan ve katil zanlısı tarafından kaleme alınmış bir hikâyeden yola çıkarak zanlıyı bulmaya çalışıyor.  Yeni gelişmelerle tekrar karşınızda olacağız.”

Komiser Nedim, polislerin bu kadar kolay çözebileceği bir bombalama eylemine inanmıyordu. Az önce konuşan polis memurunu çağırdı. “Baştan anlat,” dedi. “Bilgisayarı nasıl buldunuz?”

“Amirim, maktul masasında otururken bilgisayarına harici belleği takmış. Sonra gelen telefonla konuşmaya başlayınca düzenek patlamış ve yazar ölmüş. Telefon görüşmelerini kontrol ettiğimizde bu sonuca ulaştık. Karısıyla konuşuyormuş patlama olduğu esnada. Zaten karısı da 112’yi aramış hemen. Olay yerini incelerken odasından geçilen kütüphanesinde, pencerenin önünde bir sehpa tespit ettik. Patlamanın etkisiyle devrilmiş ancak izleri sehpanın varlığını ispatlamaya yetiyor. Muhtemelen Asil Bey gelen tüm paketleri bu sehpada açıyormuş. Etrafa saçılan kâğıtlar arasında teslim fişi bulduk ama çok amatör. Sadece “Asuman Öztürk” yazan bir teslim fişi. Dolayısıyla biz de önce ondan başladık araştırmaya ve zanlının bilgisayarında Asil Bey’in öldürülüş biçimine tıpa tıp uyan bu yarım hikâyeyle karşılaştık.”

Komiser Nedim’in iyice canı sıkılmıştı. Olay suikast gibi görünüyordu ve suç Asuman Öztürk’e atılmaya çalışılıyordu belli ki. Asuman’la Asil’in bağlantısını bulmalıydı önce. Bunun için de Asuman’ı yakalaması gerekiyordu. Bütün polis merkezlerine hatta sınır kapılarına tüm bilgileri geçilmişti ama en ufak bir delil kırıntısı bile elde edilememişti. Aylarca aramışlardı Asuman’ı. Yazdığı hikâyeden yola çıkarak gerçeklik payı vardır umuduyla ne kadar fabrika varsa taranmış ne kadar araç varsa kontrol edilmiş, internetteki yayını dinleyenlerin IP adresleri tespit edilmiş ancak Asuman’ın bilgileri belediyelerin umumi kullanıma açık adreslerinden biri çıkmıştı. Kendi adına kayıtlı bir aboneliği bile yoktu. Nedim ve ekibinin eli kolu bağlı kalmıştı.

Bir haftalığına dosyayı rafa kaldırdı Komiser. Zihnini yenilemek, bilinenlerden kurtularak bilinmeyeni bulmak niyetindeydi. En baştan başlayacaktı. İşe internetteki kayıtları dinlemekle başladı. Olağan dışı bir durum yoktu. Düzenlenen yarışmada seçilen hikâyelerin sahipleriyle tek tek görüştü, hatta bir kısmını sorguya çekti. Olay dönüp dolaşıp Asuman’da kilitleniyordu. Kadına ait en ufak bir bilgi yoktu maalesef. Ne sesi ne adresi. Sadece hiçbir işlerine yaramayan bir IP adresi. MOBESE kayıtları bile kontrol edilmişti ama yüzlerce insan, onlarca kafeterya, onlarca iş yeri arasından tespit edebilmek imkânsızdı. Terör örgütü bağlantısı ihtimalini baştan elemişti, çünkü ne bu kadar detaya girerlerdi bomba için ne de üstlenmek için bu kadar beklerlerdi. Aklından bunları geçirirken, polis memuru açık kapıyı çalıp, “Komiserim, Asuman Öztürk’ü bulduk. Kıbrıs Türk kesimindeymiş,” dedi. Nedim öfkeden titreyen sesiyle, “Gümrüklere haber verin dememiş miydim!” diyebildi. Alacağı cevabı bildiğinden daha fazla konuşmadı. Polis memuru devam etti:

“Komiserim, kardeşinin nüfus cüzdanı ile bir ay önce giriş yapmış Kıbrıs’a. O yüzden bulamamışız. Birisi ihbar etmiş Asuman’ı polise. İsimsiz bir telefonla gelmiş ihbar ama gerekçesi bizim dosyamız değil; bir tartışma sebebiyle ihbar etmiş. Kadının adının Asuman Öztürk olduğunu, ancak nüfus cüzdanında Handan Toker yazdığını, kendisini bu isimle bulabileceklerini söylemiş arayan kişi. Bu kısmı bizi ilgilendirmiyor tabii. Sorgu için Lefke Polis Karakolu’nda bekletiliyor Asuman.”

Derhal görüntülü sorgulama için gerekli teçhizat hazırlandı. Bağlantılar kuruldu. Nedim sadece dinliyordu. Kadın inkâr ediyor, kendisinin bombalardan anlamadığını tekrar edip duruyordu. Konu, hikâyelere geldi. Bunu inkâr etmemişti Asuman. Hikâyeler yazıyordu, hem de polisiye hikâyeler. Asil Şiar’ın konuk olduğu programı da dinliyordu, onu da inkâr etmedi. Hatta bir kere yayına katıldığını da söyledi ama asla yazarı öldürmeyi aklından bile geçirmediğini de eklemeyi unutmadı.

Nedim, sandığından daha karmaşık bir vakayla karşı karşıya olduğunu anlamıştı. Asuman’ın gözaltında tutulmasını; kendisini teslim almak üzere ekip göndereceğini söyleyerek soruşturmaya son verdi. Basit düşünecekti. Eline aldığı kurşun kalemi önündeki ajandaya vurmaya başladı. Ardından kocaman bir “SES” yazdı. Hızla oturduğu sandalyeden kalkıp bomba uzmanı polislerin birimine gitti. Sese duyarlı mekanizma oluşturabilmek için pürüzsüz, metalik gürültülerden arındırılmış bir kaydın gerektiği bilgisini aldı. Bu da ancak stüdyo ortamında olabilirdi. Katil Asuman değildi, katil o programı sunan Yetkin Uğur, yani sunucuydu. Derhal yakalanıp getirilmesi gerekiyordu. Hemen ekiplere bilgi verildi. Yakalanıp getirilinceye kadar da hakkında araştırma yapıldı. Yaklaşık üç yıl psikiyatri kliniğinde Othello Sendromu[1] sebebiyle tedavi gördüğü, genellemenin aksine Yetkin’in partnerine değil, bağımlı olduğu kişilere karşı bu hastalığın yönelimlerini gösterdiği anlaşıldı. Zaten tanı da komşularının okul birincisi oğlunu haşladığında konmuştu.

Yetkin, polis otosundan indirilirken gülüyordu. Kameraların ışıkları, muhabirlerin ardı arkası kesilmeyen soruları onu memnun etmişti. “Asil’den daha ünlüyüm şimdi, değil mi?” diye bağırdığını işitti Komiser Nedim. Cezai ehliyeti konusunda endişeliydi ama onu hapse atabilmek için elinden geleni yapacaktı. Sorgu odasına alınır alınmaz, zaferini anlatmaya başladı:

“Programımda format değiştirmiştim. Dinleyicilere hikâyeler yazdırıyordum. Bir gün Asuman da hikâyesini gönderdi. Şiar, hikâyeye bayılmış, ‘Asuman’da ışık var, elinden tutulmalı,’ demişti. Oysa bana hiç böyle iltifatlar etmedi.  O gün karar verdim, ikisini de bitirmeye. Asuman’ın nerede yaşadığını bilmiyordum, ne iş yaptığını da. Önce e-mail adresinin şifresini kırdırttım. Sonra da onun ağzından yazılar yazdım. İlk başta Asuman’ı Asil’in gözünden düşürmekti niyetim. Madem Asuman sesten, Asil ise hikâyeden hoşlanmıştı, ikisini kavuşturmalıydım. Asuman benim yerimi almamalıydı. O sunucu koltuğuna herkes oturamaz. Asuman haddini aştı, Asil de buna müsaade etti. Hem Asil’in yazdığı romanlar çok beğeniliyor, çok satıyordu. Şimdi o olmadığına göre, artık benim kitaplarım çok satacak.”

[1] Patolojik kıskançlık: Kıskançlığın kişi üzerindeki belirtilerinin şiddetinin artması ve vakanın davranış ve tutumlarıyla patolojik bir tablo çizmesi durumuna Othello Sendromu adı verilmektedir.

Yazar:

Elmas Funda Sarı
En Son Yazıları

Yorum yaparken lütfen hikaye ya da filmlerin konusunu açık etmeyin ki her okuyan sizle aynı zevki alabilsin ;)

yorum