Polisiye Durumlar: Merhaba Levent Bey. Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz?
1954 doğumluyum. Üç çocuğun en küçüğüyüm, iki ablam var. Babam askeri pilot olduğu ve o zamanlar Eskişehir’de görev yaptığı için, orada doğmam aslında bir tesadüf. İlkokulu Eskişehir’de okudum, sonra babamın emekliliğiyle birlikte Ankara’ya taşındık. Ankara’da fazla kalmadık ve 1966’da Almanya’nın Berlin şehrine göç ettik.
Ortaokul, lise ve üniversiteyi bu şehirde okudum. Ergenlik ve gençlik yıllarımı yaşadığım Berlin, hayatımda derin izler bıraktı. Hayatımın 21’er yılını geçirdiğim iki şehir var: Berlin ve İstanbul. İkisine de aşığım.
1987 yılında İstanbul’a döndükten sonra 2000 yılına kadar çeşitli Alman şirketlerinde yönetici olarak çalıştım, ardından kendim ticarete atıldım ve 2008 yılında bir güzel battım. Vergi borçlarını ve diğer borçları ödemem yıllar aldı. Tam o yıllarda iş ve aile ile ilgili nedenlerle Ankara’ya taşınmıştım. 2010 yılından beri Ankara’dayım ve yaklaşık 12 yıldan beri edebiyat çevirmenliği yapıyorum. Bu arada 90’lı yıllarda 2 yıl süren bir evlilik yaptım, çocuğum yok.
Ankara’da çok sakin bir hayat sürdürüyor, zamanımın büyük kısmını çeviri yaparak ve yazarak geçiriyorum. Berlin ve İstanbul’daki yaşantımın aksine son derece evcil bir insan oldum. Fakat sanırım bu durum biraz da yaşla ilgili. Evde beni sahiplenen 3 kedi arkadaşım var. Bazen hır gür de çıkmıyor değil ama hep birlikte yuvarlanıp gidiyoruz işte.
Polisiye Durumlar: “Sırr-ı Müphem” adlı romanınızın yazılma ve yayınlanma serüveninden ve konusundan kısaca söz eder misiniz?
Aslında Sırr-ı Müphem benim üçüncü romanım. Sırr-ı Müphem’i 2012 yılında yazdım. Kafamda çok sarih olmamakla birlikte İstanbul ve Berlin’de geçen bir kurgu vardı. Oturdum ve yazmaya başladım. Ben yazmaya başlamadan önce ayrıntılarıyla belirlenmiş bir kurgu hazırlamam. Bu manada beni en çok etkileyen yazar Marquez olmuştur. Büyülü gerçekçiliğin usta kalemi anılarında mealen şöyle der: Aklınızda bir fikir varsa, oturup yazmaya başlamalısınız. Fikir yazmaya değerse, zaten sizi alıp istediği yere götürür. Çıkmaz bir noktaya gelirseniz, geriye dönerek düzeltmeler yapmak, başka bir yol aramaya çalışmak genelde fayda sağlamaz. En iyisi vazgeçmektir.
Ben de öyle yaptım ve hikâyeyi hiç zorlanmadan 5-6 ayda bitirdim. Başkarakterin çelişkili özellikleri ve diğer ayrıntılar yolda meydana çıktı. Hikâyeyi yazdıktan sonra adını “Lübnanlı ve Diğerleri” koydum, bir çıktı aldım ve bir kırtasiyede spiralli cilt haline getirerek kitaplığımın kuytu bir köşesine koydum.
Hikâyenin yayınlanma süreci, yazılma sürecinden çok daha ilginçti. 2019 yılının ortasında Yenimahalle’den Gaziosmanpaşa’ya taşındım. Yeni evime yerleşirken çevirmen meslektaş ve arkadaşım Selda Somuncuoğlu bana yardım ediyordu. Kitap kolilerini açarken bir yerden spiralli bu cilt de çıktı ve Selda bana “Bu ne?” diye sordu. “Bir zamanlar ben yazmıştım,” yanıtım üzerine “Ben alıyorum bunu,” sözleriyle çantasına koydu ve daha birkaç gün geçmeden telefonla arayarak çok beğendiğini söyledi. Selda Dipnot’un kurucusu sevgili Emirali’yi eskiden tanıyordu. Velhasıl ilişki kuruldu, Emirali de hikâyeyi beğendi ve sözleşme yapıldı. Roman 2019 sonunda piyasaya çıktı.
Romanın adı konusunda ilk başta “Lübnanlı ve Diğerleri” adında ısrar ettim. Sevgili Emirali ise “Sırr-ı Müphem” olsun diyordu. Sonunda tam anlamıyla ikna olmadan kabul ettim. Şimdi “İyi ki ısrar etmemişim,” diyorum, çünkü “Sırr-ı Müphem” adı hikâyenin gelişimi ve seyrine çok daha uygun.
Romanın konusunu anlatmakta genelde çok zorlanıyorum. Ama çok kısa olmak üzere şöyle toparlayabilirim: Hikâyenin başkarakteri bir gün uyanır ve yatağının yanındaki beyaz duvara bakarken terörist olmaya karar verir. İleriki günlerde yaşadığı garip tesadüfler sonucunda, dünya üzerindeki her işte bir şekilde parmağı olan Lübnanlı lakaplı birisiyle ilgilenmeye başlar ve sonunda onun peşine düşer. İzler onu Berlin’e götürür, her şey daha absürt bir görüntü alır, bombalamalar, masaj salonu açmak isteyen ahlak masası komiserleri, Lübnanlı’nın sevgilisi olabileceği düşünülen bir kadının esas sevgilisiyle birlikte öldürülmesi hikâyeye dahil olur ve sonunda İstanbul’a geri dönen kahramanımız burada hiç beklemediği bir sürprizle karşılaşır. Umarım en azından meselenin absürtlüğünü bu betimleme vasıtasıyla aktarabilmişimdir.
Polisiye Durumlar: Romanınızdaki belli başlı karakterleri okurlarımıza tanıtır mısınız? Onları yaratırken gerçek ya da kurgusal karakterlerden esinlendiğiniz oldu mu?
İlk olarak elbette adı ve soyadı romanın son sayfalarında Cevat Değer olarak ortaya çıkan başkarakter yer alıyor. Cevat Değer hayatı pek de ciddiye almayan, bir dediği diğerini tutmayan, bunu kendine hiç dert etmeyen, alaycı, eskilerin deyimiyle istihzalarını kimseden esirgemeyen ama her şeye rağmen sevecen bir tip. Hayatı o denli ciddiye almıyor ki, hiçbir gelecek kaygısı olmadığı gibi, gelecekte ne yapacağına dair en ufak bir planı dahi yok. Romanda belirtilmemesine rağmen 40 ile 60 arası her yaşta olabilir, üniversite yıllarında sıkı bir solcuymuş intibaı uyandırıyor, hiçbir şekilde yakışıklı bir erkek izlenimi yaratmıyor ve üstüne başına, yediğine, içtiğine hiçbir önem vermiyor. İçki ve sigara tüketiminin had safhada olduğu bile söylenebilir. Aslında tam bir anti-kahraman.
İkinci olarak romanda hiç görünmemesine ve tek bir söz bile söylememesine rağmen elbette Lübnanlı geliyor. Varlığı bile kuşkulu. Mistik bir güç mü acaba? Bir yanılsama mı? Bütün bu sorulara karşın, ben şahsen dünyada pek çok yerel, bölgesel, uluslararası Lübnanlı olduğunu düşünüyorum. Adını, sanını bildiğimiz, ekranlarda ve gazetelerde izlediğimiz bu tipler her zaman çok güçlü ve kudretli insanlar. Biraz düşününce herkesin adını bildiği en az bir Lübnanlı vardır kanısındayım. Ben burada yalnızca aşırı bir abartmayla onu mistik bir güç haline büründürdüm.
Romandaki diğer bütün figürler tamamlayıcı bir nitelik taşıyor. Suzan hemşire, onun balıkçı kocası, Suzan hemşirenin güzel kız kardeşi, Beyoğlu birahanesindeki eski basketbolcu, Ulrike, Ahlak Masası Komiseri Hans-Joachim Schröder, adını bilmediğimiz genç çocuk yüzlü komiser, Cevat Değer’in çalıştığı şirketin CEO’su, her yerde karşımıza çıkan, hatta İstanbul’a kadar gelen yılbaşı ağacı satıcısı, bunların hepsi hikâyeyi tamamlayan tali figürler.
Aslında hikâyede gerçekliği kesin olan tek şey mekânlar. Küçükyalı sahilinde adalara bakan geniş yürüyüş yolu, kayalıklar, Beyoğlu’ndaki birahane ve barlar, ara bir sokaktaki Anarşistlerin yeri, Yeşilköy’deki Rönesans Parkı, Berlin’deki otel, eskiden otelin yerinde olan Bistroquet barı, Lietzensee gölü ve parkı, Kızıl Harp kafesi, ev tipi birahane, bütün bunlar benim çok iyi tanıdığım, çok sık gittiğim ve hiç unutmayacağım yerler.
Yani özetlemem gerekirse, bütün karakterler tamamıyla kurgusal bir nitelik taşırken, bütün mekânlar ise kısmen geçmişte, kısmen halen somut var olan yerler.
Polisiye Durumlar: Sırr-ı Müphem’in çok ilginç bir başkarakteri var; kendiyle sürekli çelişiyor, sevdiği bir şeyi on sayfa sonra farklı argümanlarla sevmediğini söylüyor. Bu özellikler anlatıma farklı bir mizah katmakla birlikte romanınızı okurken kahramanınızın güvenilmez anlatıcı olabileceğini, kahramanın gözünden bize aktarılan garip tesadüflerle dolu olayların aslında bir yanılsama olabileceğini düşündürdü bana. Öte yandan romanda olup bitenlerin yer yer gerçek üstü bir havaya bürünmesi arka kapak yazısında belirtildiği gibi her yeri gören, her şeyi dinleyen mistik bir güçle mi ilgili?
Önemli bir noktaya parmak basmışsınız. Hikâyeyi yazmaya başladığım andan itibaren başlıca amacım gerçeklik ile yanılsama arasındaki çizgileri eğmek, bükmek, belirsizleştirmek, neyin gerçek, neyin yanılsama olduğunu bir soru haline getirmekti. Artık öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, bir şeyin nesnel bir gerçeklik olup olmadığı kimsenin umurunda değil. Önemli olan o şey için kamuoyunda nasıl bir algı yaratıldığı. Yani gerçekliğin yerini algı almış durumda. Ben romanımda her şeyi abartarak gerçek ile yanılsama arasındaki alanı anlaşılmaz kılmak ve dolaylı yoldan bu noktaya işaret etmek istedim. Elbette bunu eğlendirici bir biçimde yapmak da önemliydi. Mistik güçlere inanmam, hayatımın hiçbir döneminde inanmadım. Benim için zaten en “mistik” güç gerçeğin ta kendisi, yani evrenin insanın idrak kapasitesini aşan büyüklüğü.
Polisiye Durumlar: İsimsiz anlatıcının bir sabah uyanıp terörist olmaya karar vermesi, gerçek adını ancak romanın sonunda amacına ulaştığında öğrenmemiz, üstelik soyadının ‘Değer’ olması sanki bana içinde yaşadığımız zamanlarda kayda DEĞER olmanın ancak suç işlemekle mümkün olabileceğine dair bir tespit gibi geldi. Yoksa yanılıyor muyum?
Yanıtlamakta en fazla zorlandığım soru bu soru oldu. Fakat sonunda başkarakterin adının Cevat Değer olmasının bahsettiğiniz tespitle bir alakasının bulunmadığı sonucuna vardım. Aslında bu ismi seçmemin nedeni hayatımın belli bir dönemini kapsayan ve o dönemin kişilerini göz önünde bulunduran çok şahsi bir durum. Ayrıntıları bende saklı kalsın.
Ancak öte yandan bir romanın yazarının, romanı yorumlayabilecek kişiler arasında en zor çıkış noktasına sahip kişilerden biri olduğunu, hatta genel bazı noktalar haricinde bunu yapmaması gerektiğini düşünüyorum. Yazarın romanı yazarken hiç aklına gelmeyen, hiç üstünde durmadığı bir olgu, bir okur tarafından dile getirilmişse, yalnızca bu sebeple yanlış olabilir mi? Hayır, hiç sanmıyorum. Buna ilişkin sayısız örnek verilebilir. “Yalnızca suç işlemekle kayda değer olmak” bana biraz aşırı bir yorum gelmekle birlikte, bilinçaltımda böyle bir kanaatin olması hiç de uzak bir ihtimal olmayabilir.
Polisiye Durumlar: Romanınızı kimlerin okumasını tavsiye edersiniz? “Sırr-ı Müphem” kimlere hitap ediyor?
Bence en genel anlamda delice ve absürt bir hikâye okuyarak birkaç saatliğine eğlenmek isteyen herkes okuyabilir. Fakat absürtlüğe katlanamayan, kara mizahı eğlenceli bulmayan hiç kimse kitabı eline bile almasın.
Polisiye Durumlar: Bu romanı yazmaya sizi yönelten ne oldu? Ele aldığınız konunun gerçek hayatta bir karşılığı var mı yoksa tamamen sizin hayalinizden çıkan bir kurgu mu söz konusu?
Bu soruyu kesin ve net sözlerle yanıtlayabilirim. Bu romanda mekânlar dışında gerçek olan hiçbir şey yoktur. Bütün karakterler ve diyaloglar hayalimin bir ürünüdür.
Polisiye Durumlar: Dipnot Yayınları’nın polisiye serisinden çıkan romanınızda işlenen bir suçun araştırılması söz konusu değil, ancak polisiyenin iki önemli konusu olan muamma ve suç öğeleri mevcut. Sırr-ı Müphem’i absürd polisiye olarak tanımlayabilir miyiz? Sizin polisiyeye yaklaşımınız nedir? Sizce polisiyenin olmazsa olmazları, kuralları var mıdır?
Sırr-ı Müphem’i yazarken masanın başına bir polisiye yazmak amacıyla oturmadım. Amacım absürt, gizem ve simgelerle dolu, gerçeklik ile yanılsama arasındaki çizgileri silikleştiren, hatta yok eden bir hikâye yazmaktı. Öte yandan polisiyenin “absürt polisiye” olarak tanımlanan bir alt kategorisi olup olmadığını da bilmiyorum. Fakat şimdi geriye bakıp değerlendirdiğimde, “absürt polisiye” tanımının yazdığım hikâye için en uygun tanım olduğu kanısındayım. Şayet günün birinde Cevat Değer’i hapisten çıkartıp hikâyenin kafamda kaba ana hatlarıyla kurguladığım sonunu yazarsam, aynı anlayışı sürdüreceğim. Bu zaten benim elimde olan bir şey değil, zihnim sürekli yeni absürtlükler bulmak, yaratmak, bunları yazıya dökmek üzere çalışıyor.
Polisiye janrına yaklaşımıma gelecek olursak. Bu konuda uzman olmak bir yana, çok bilgili bile olmadığımı belirtmiştim. Bu yüzden haddimi aşarak iddialı sözler söylemek istemem. Ancak bir muammanın söz konusu olmadığı, anlatının en başından itibaren failin belli olduğu, hikâyenin esas konusunun ise komiserin veya sorunu çözen kişinin çok kurnaz ve usta bir faile karşı, onun suçunu kanıtlamak üzere verdiği ince ve çetin mücadeleden oluştuğu, muammanın veya gizemin bu kanıtı bulmakla özdeşleştiği eserlere özel bir ilgi duyuyorum.
Polisiye Durumlar: Ülkemiz polisiyesinin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Okurların daha çok yabancı polisiyelere ilgi duymasının sebepleri sizce nedir?
Bu konuda da çok bilgili sayılmam. Fakat yine de şu genel saptamayı yapmak isterim: Polisiyelerde mutlaka bir suç unsuru bulunduğu ve suçların çoğu zaman kudretli kişilerce işlendiği veya en azından üstünün örtüldüğü göz önünde bulundurulursa, polisiye yazmak için mutlaka belli ölçülerde bir özgürlük ortamı gereklidir. Bu saptamayı elbette genel olarak edebiyat için de yapabiliriz. Bu bağlamda polisiye hakkında konuşmamız nedeniyle bunu özel olarak belirtiyorum. Böylesi bir özgürlük iklimi bu ülkede maalesef hiçbir zaman hâkim olmadı. Ben şahsen bir öykü veya romanda bir hemşire veya muhasebeci yüz kızartıcı bir suç işlediği için meslek örgütlerinin “Böyle bir şey kabul edilemez,” diye açıklama yaptığı olaylar hatırlıyorum. Daha son yıllarda meslek örgütümüz Çevbir’den tanıdığım birçok çevirmen meslektaşım “toplumun genel ahlak normlarına aykırı” bulunan bir romanı çevirdiği için mahkeme önünde ifade vermek zorunda kaldı. Düşünsenize bir polisiye yazıyorsunuz ve kurgunuzda suç işleyen veya suçun üstünün örtülmesine katkı sağlayan bir içişleri bakanı yer alıyor. Başınıza hiçbir şeyin gelmeyeceğinden emin olabilir misiniz? Oysa yabancı polisiyelerde her konu ve suç açıkça anlatılabildiği gibi, kimse de çıkıp bundan dolayı bir itiraz veya eleştiride bulunmuyor. Genel anlamda sanatın özgürlüğüne ilişkin henüz kat edilmesi gereken çok uzun bir yolumuz olduğunu düşünüyorum. Bu durumun elbette polisiyeye de yansıması oluyor.
Polisiye Durumlar: Sizi aynı zamanda Almancadan yaptığınız roman ağırlıklı çevirilerinizle de tanıyoruz. Çevirmenliğe nasıl başladınız? Özellikle polisiye çevirilerini hesaba katarak ülkemizde edebi çevirilerin layıkıyla yapılıp yapılmadığı konusunda düşünceleriniz neler?
Çevirmenliğe yaklaşık 12 yıl önce 2009/10 yıllarında başladım. Her meslek gibi çevirmenliğin de belli bir süreç içerisinde öğrenildiğini, bir çevirmenin 10 yıl önce yaptığı bir çeviriyi belli bir süre sonra tekrar ele alması durumunda farklı bir metnin ortaya çıkacağını düşünüyorum. Zaten farklı bir metnin ortaya çıkmaması son derece düşündürücü olurdu. Kimden duyduğumu hatırlamıyorum, fakat çevirmen bir arkadaşım çevirmeni bir vesileyle “Eş yazar” olarak tanımlamıştı. Bunun yerinde ve güzel bir tarif olduğu kanısındayım. Bir metni 5 çevirmene verin, ortaya hedef dilde 5 farklı metin çıkar. Bu durum düzgün ve nitelikli bir çevirinin önemini de ortaya koyuyor.
İtiraf etmem gerekir ki, ilk çevirilerime şimdilerde tekrar göz gezdirdiğimde biraz içim daralıyor ve göz gezdirmeyi mümkün olduğunca kısa tutuyorum. Neyse ki, bu ilk denemelerin çoğu ikinci baskıyı göremedi ve tükendi. Aradan geçen süre içerisinde oldukça yol kat ettiğimi sanıyor ve görüyorum. İlk başlarda çok katı bir çeviri anlayışına sahiptim ve orijinal metne kelimesi kelimesine sadık kalmaya çalışıyordum. Böylesine katı bir anlayışın özellikle edebiyatta karşılığı olmadığını zamanla anladım. Bence iyi bir edebi çevirinin en önemli unsuru, bir yandan orijinal metne mümkün olduğunca sadık kalmak ve öte yandan yazarın tarzını hedef lisana uygun bir biçimde aktarmaktır. Çevirmenin görevi elbette zor anlaşılır bir metni basitleştirerek kolay anlaşılır bir hale getirmek veya kötü bir metni bir takım “düzeltici” dokunuşlarla hedef lisana aktarmak olamaz.
Şimdiye değin yaptığım yaklaşık 40 edebiyat çevirisinin içerisinde polisiye olarak tanımlanabilecek tek roman Almanca yazan Suriyeli yazar Rafik Schami’nin son romanı “Kardinalin Gizli Misyonu” oldu. Söz konusu romanın siyasi bir polisiye olarak tanımlanması kanımca daha doğru olur. Zira romanda Suriye’nin bugün içinde bulunduğu bütün siyasi durum ve gelişmeler ele alındığı gibi, anlatıcının tüm bu meselelere ilişkin görüşleri de yer alıyor.
Çok zorlanarak okuduğum ve bir süre sonra yarıda kesmek zorunda kaldığım çeviri kitaplar olduğu gibi, zevkle okuduğum, hatta Türkçe yazılmış gibi bir hissiyata kapıldığım çeviri kitaplar da var. Elimden bırakmak zorunda kaldığım kitapların çevirmenlerini hatırlamıyorum, fakat çevirilerini zevkle okuduğum birçok çevirmen arkadaşım var. Bunların isimlerini sıralamak isterdim, fakat unuttuğum isimler olur endişesiyle bunu yapmak istemiyorum.
Polisiye Durumlar: Son zamanlarda okuduğunuz ve izlediğiniz polisiyelerden hangilerini okurlarımıza da tavsiye edersiniz? Ülkemizde ve dünyada beğendiğiniz yazarlar kimler?
Polisiye janrının yakın bir takipçisi olduğum söylenemez. Fakat zaman zaman polisiye romanlar okur ve bazı polisiye dizileri izlerim. Son yıllarda özellikle Jo Nesbo veya Stieg Larsson gibi İskandinav yazarları tercih ettim. Sanırım Jo Nesbo’da bana çekici gelen şey, kahramanlarının çoğunlukla anti-kahraman bir nitelik taşımasıydı. Bu romanları hep Almanca çevirilerinden okuduğum için Türkçe çevirileri hakkında bir değerlendirmede bulunmam mümkün değil. Öte yandan Mike Hammer ve Humphrey Bogart’ın beyaz perdede The Big Sleep başta olmak üzere canlandırdığı dayak yiyen kahramanlar bana nedense hep son derece sempatik gelmiştir. Maalesef bazı konularda, nasıl pop müzikte The Beatles’da takılıp kalmışsam kendimi güncelleyememiş durumdayım.
Bu bağlamda efsanevi Alman polisiye dizisi “Tatort”dan (Olay Yeri) da bahsetmek isterim. 1970’den beri, yani 50 yıldır devlet kanalı ARD’de yayınlanan dizi bu uzun sürede popülaritesinden hiçbir şey kaybetmediği gibi, sayısız komiseri şöhrete taşıdı ve jenerik müziğiyle birkaç jenerasyonu peşine taktı. Sanırım 16-17 yaşımdan beri beni etkilemeye devam eden şey, Almanlara özgü yalın gerçekçilik ve hiçbir konuyu ele almaktan çekinmemesi oldu.
Beğendiğim çok yazar var elbette. Bunların arasında Edgar Allen Poe, Gabriel Garcia Marquez, Franz Kafka, Jack London, Thomas Mann ilk aklıma gelenler.
Polisiye Durumlar: Yakın gelecekte yeni bir kitap ya da polisiye üzerine başka bir tasarımınız var mı? Sırr-ı Müphem’in devamı gelecek mi? Lübnanlı’nın kim olduğunu, olup bitenlerin kesin bir açıklaması öğrenebilecek miyiz?
Sırr-ı Müphem”i 2012 yılında yazdığımı daha önce belirtmiştim. Yazdığım diğer 2 roman için biraz daha geçmişe dönmem lazım. 2005-2009 döneminde 2 roman daha yazdım. Bunlardan birinin tamamlanması, değişiklik ve eklerin yapılması 2007’de başlayarak 2021 yılına kadar uzanıyor. Bunun adını “Embriyonal Diyaloglar” koydum. Romanda, zaman içerisinde seyahat etme yeteneğine sahip bir embriyonun hayat, ölüm, din, seks gibi konularda görüşleri anlatılırken, araya geçmişe yolculukları ve gerçek hayatta hiçbir zaman bir araya gelmemiş tanınmış kişilerin uzun diyalogları giriyor. Söz konusu diyaloglar sırasıyla şunlar: Marcel Proust-Charles Bukowski, Anais Nin-Gabriel Garcia Marquez, Franz Kafka-Jack London, Steven Spielberg-Kont Draculea, Simone de Beauvoir-Andreas Lou Salome, Marquis de Sade-Bertrand Russell, Edgar Allen Poe-Jack the Ripper, Charles Chaplin-Mikail Bakunin ve Kraliçe Elisabeth-Maximilien Robespierre. Bu çalışma doğal olarak çok uzun sürdü, zira bütün bu kişilerin yazdıklarını, haklarında yazılan yorum ve hayat hikâyelerini, zamanlarının önemli olaylarını ve daha birçok şeyi notlar alarak okumak zorundaydım. Bir örnek olarak şu kadarını belirteyim: Kraliçe Elisabeth ile Robespierre arasında geçen diyaloğu yazmak için başka makale ve kitapların yanı sıra toplam 4 bin sayfalık bir “Fransız İhtilali Tarihi” çalışmasını notlar alarak okudum. Bu romanım da aynı “Sırr-ı Müphem” gibi şu anda ciltlenmiş bir vaziyette kitaplığımın bir köşesinde duruyor.
2009 yılında yazdığım ve “Zamanını Satan Adam” adını verdiğim roman bu kadar zamanımı almadı. Bunun çıkış noktasını 19. Yüzyılın başlarında yaşayan Alman doğa bilimci, şair ve yazar Adalbert von Chamisso’nun “Peter Schlemihl’in Garip Hikâyesi” adlı kısa öyküsü oluşturuyor. Chamisso bu öyküsünde Faust temasını işleyerek gölgesini şeytana satan bir adamın gölgesiz yaşamında başından geçenleri anlatmakta. Fantastik/mistik öğelerin öne çıktığı bu kısa öykü, ilk olarak Sabahattin Ali tarafından Türkçeye çevrilmiş. Ben de bu öyküyü 2014 yılında çevirdim. Öyküyle çok daha önce 1970’li yılların başında Almanya’da tanışmış ve çok etkilenmiştim. “Zamanını Satan Adam”da bu hikâyeyi 21. Yüzyıla uyarladım, gölgenin yerine zamanı ve şeytanın yerine uluslararası bir fonu koydum. Daha sonra 2021 yılında bu romanı 2005 yılında yazdığım “Tersine Akan Nehir” hikâyesiyle birleştirerek bir distopya olarak tanımlanabilecek “Zamanını Satan Adam”ı meydana getirdim. Romanda uluslararası fonun kurmayı amaçladığı toplumsal sistemde “zaman yoksulları” ile “zaman zenginleri” arasındaki çatışma anlatılıyor.
Ayrıca önümüzdeki 1-2 yıl içerisinde bir çevirmenin, çeviri sırasında işlediği suçları ve hukuktan kaçma çabalarını konu alan bir polisiye ile Cevat Değer’in ikinci ve son serüvenini anlatan bir roman yazmayı planlıyorum. Cevat Değer hapisten çıkarak tekrar Lübnanlı’nın peşine düşecek, fakat bu sefer farklı bir mecrada iz sürecek. Her iki romanda da polisiye unsurların yanı sıra yine absürtlük ön planda olacak. Absürtlük bütün yazma uğraşlarımın ana öğesi. Bunu değiştirmem mümkün değil.
Polisiye Durumlar: Bana bu sohbet imkânını verdiğiniz için çok teşekkür ederim.
Bana kendimi ifade etme fırsatını tanıdığınız için ben teşekkür ederim.
Yazar:
En Son Yazıları
- Röportaj3 Mart 2022Levent Bakaç’la Röportaj