Ana Sayfa Blog

ZEHİRLİ KALEM POLİSİYE ÖYKÜ YARIŞMASI BAŞLIYOR

Dedektif Dergi, polisiye öykü yazılmasını teşvik etmek ve edebiyatımıza nitelikli polisiye öyküler kazandırmak amacıyla, her yıl olduğu gibi bu yıl da “Zehirli Kalem Polisiye Öykü Ödülü” adı altında bir polisiye öykü yarışması düzenlemiştir.

Ödüle katılmak için son başvuru tarihi 15/Ağustos/2023’dür.

Konu serbesttir. Ancak, öyküler  polisiye türünde olmak zorundadır. Gizem ve suç unsurlarını içermeli ve mutlaka mantıklı bir sonuca bağlanmalıdır. Bu özellikleri taşıyan noire ve gerilim tarzında yazılmış öykülerle de ödüle başvurulabilir.

ZEHİRLİ KALEM POLİSİYE ÖYKÜ YARIŞMASI BAŞLIYOR 1
2020, 2021 ve 2022 yıllarında yapılan Zehirli Kalem Polisiye Öykü yarışmalarında dereceye giren öyküler, Elanor’un Kırmızı Beresi, Ölümün Kıyısında ve Dönüşüm adlı kitaplarda derlenerek yayınlandı.

Öykülerde kelime sayısı 3.500 kelimeyi geçmemelidir. Türkiye içinde ya da dışında yaşayan ve 18 yaşını tamamlamış herkes, Türkçe yazmak koşuluyla bu yarışmaya katılabilirler.

Birinci seçilen öyküye Zehirli Kalem Ödülü’nün yanı sıra, 2.500 TL para ödülü verilecek, ayrıca dereceye giren öyküler bir kitapta toplanarak yayımlanacaktır.

Seçici Kurul üyeleri; Gamze Yayık, Ramazan Atlen, Reha Avkıran, Hüseyin Sadıç, Emel Aslan ve Cem Çeboğlu’ndan oluşmaktadır.

2023 yılı Ödül Şartnamesini  www.zehirlikalem.com sitesinden okuyabilirsiniz.

ONLARIN ARASINDA

0

Onlar

“Haziran ayında yaz gelmiyor artık” dedi İbrahim. Kafasını eğip gözlüklerinin üzerinden baktı, oraya şemsiye almadan gelmelerinin bedelini ödemekten duyduğu hoşnutsuzluğu, apartmana uzanan çetrefelli yolu işaret ederek dile getirdi. Arabadan iner inmez koşar adım apartmanın bahçe kapısında almışlardı soluğu. Ahmakıslatandan nasibini alan ikili, demir kapıyı zorlanarak açıp yollarını kesen bakımsız yeşillik sürüsünün üzerinden atladıktan sonra ezişe büzüşe girmişlerdi binadan içeri. “İyi ıslandık ha” dedi Görkem sırılsıklam olan gömleğini silkeleyip. “Demedim mi sana? Haziran ayı artık yaz falan değil. İklimler değişti.” İbrahim’in boş konuştuğunu ima eder biçimde yüzünü buruşturan Görkem, kafasını sallayıp merdivenleri çıkmakla yetindi. Önden gitmeye hevesli arkadaşına mırıldanarak eşlik etmekse İbrahim’e kalmıştı: “Neden geldik ki buraya? Dosya kapandı sayılır. Tüm deliller adamı işaret etmiyor mu zaten? Adamı bulsak yeter.”

Sessizlik örtüsünün altını kaldırırsa, Görkem’in tatsız düşünceleriyle karşılaşacağını çok iyi bildiği için, kendi söyleyip kendisi dinliyordu. “Adam öldürmüş işte karısını. Klasik aldatma hikayelerinin acımasız sonu. Hep aynı.” İkinci kata geldiklerinde kenara çekilen Görkem soluklanmıştı. İbrahim eliyle üst katı işaret etti ve “Üçüncü kat ihtiyar delikanlı. Bir kat daha var” dedi. “Biliyorum. Ne diye asansör yapmazlar ki? Üç katlı diye mi? Bina eski diye mi?” Islık çalmaya başlayan İbrahim, arkadaşından daha genç olduğunu kelimeler kullanmadan da anlatmanın yolunu bulmuştu ve basamakları koşar adım tırmanıyordu. Görkem ise geride kalmanın tatsızlığını, kurduğu birkaç ikirciklik cümleyle sona erdirmek gayesindeydi: “Bir kere dosya kapanmış değil. Ayrıca tüm delillerin fikir birliği ettiği falan da yok. Sadece işin kolay tarafına kaçmak keyifli geliyor size. Bir an evvel bitsin gitsin istiyorsunuz.”

Üçüncü kata varınca durdu İbrahim. Arkasını dönüp Görkem’in mıymıntı görüntüsüne alaylı bir bakış atmadan edemedi. “Peki, öyle olsun usta. Sen öyle diyorsan… Ama iyi kurcalarım bilirsin. Rahat durmam yani.” Görkem gözlerini kıstı, dişlerinin arasından çıkarttığı dilini yılanları kıskandıracak biçimde kullandı: “Durma, durma. Onun için peşime takıyorum seni. Rahat durma, huzur kaçır diye.” İbrahim memnun biçimde kafasını salladı ve cinayetin işlendiği eve çevirdi yüzünü. Kapıdaki bantların arasından kafasını uzatıp içeri giren genç adam, geçen gün gördüğü manzaradan kalan izleri ve evin duvarlarına sinen şiddetin kokusunu hafızasına kazıyacak şekilde duyumsuyordu. Merdivenleri tıngır mıngır çıkabilen Görkem’in kesik öksürükleri arkasında bitince irkilmişti. “Karşı komşuya gidiyoruz, gel. Şimdi konuşma zamanı.”

Zile kısa dokunuşlarla üç defa bastıktan sonra açılan kapının arkasında iki çift meraklı göz karşılamıştı onları. Görkem klasik konuşmalarından bir tanesini yaptıktan sonra, kapısına cinayet masasından birileri dayanınca insanların yüzüne hâkim olan o büyük endişeyi çabucak dağıtabilmek için kıvamlı biçimde gülümsedi. İçeri buyur ettiler tabii. Hatta telaşlanan kadın onlara çay ikram etmekte epey ısrar etti. Tüm bunlara alışık olan Görkem, zamanlarını en akılcı biçimde kullanabilmek için hemen sorularla dolduruverdi odayı. “İfadelerinizi almıştık, epey de konuşmuştuk. Ama kafamıza takılan birkaç şey var. O yüzden buradayız. Yardımınız gerekli.” Adam karısından önce sallamıştı kafasını. “Sizi dinliyoruz komiserim. Elimizden ne gelirse yapmaya hazırız.” Görkem ayağa kalkıp odanın içerisinde kısa bir tur atan İbrahim’i özgür bırakmıştı. Bazen olurdu öyle. Umulmadık anda sağı solu kurcalarken hiç akla gelmeyen şeyler bulurdu İbrahim. Hatta bir keresinde cinayeti, masa üzerinde duran bir fotoğraf sayesinde çözmüşlerdi. O yüzden ev sahiplerinin gerginliğini arttıran evi kurcalama harekâtını bakışlarıyla destekliyordu Görkem. İlk sorusunu pat diye sordu ki, nefesi kesilen karı kocanın karşısında İbrahim derhal hayalete dönüşebilsin. “Dosyada açık kalan bir kısım var. Şöyle ki, komşunuz… Füsun hanım. Onu bir haftaya yakın görmediğinizi söylemiştiniz. Sinop’a gidecekmiş, size öyle söylemiş.” Bu kez adamdan önce karısı atlamıştı söze: “Evet öyle söylemişti. Valiz hazırladı. Benden tarhana istedi hatta. Hediye götürmek için.”

Kadının kocası da tuhaf bir heyecana kapılıp gövdesini taşımıştı öne. “Evet amirim. Görmedik vallaha billaha. Şerefimizin üzerine yemin ederiz ki görmedik.” Görkem şeytansı gülüşünü masanın orta yerine bırakırken, İbrahim incelediği bibloları öylece bırakmıştı. “Ben size gördünüz demedim ki! Mevzu başka.”

Kısa bir öksürükle boğazını temizledikten sonra da devam etti: “Ablası gelmiş. Füsun hanıma telefonla ulaşamadığı için. Anahtarı olmadığından sizin kapınızı çalmış. Sizde yedek anahtar hep duruyormuş. Ne olur ne olmaz diye.” Son kısmı aşırı vurgulu biçimde söyleyen Görkem, özellikle adamın tüylerini diken diken etmişti. “Ama evde yokmuşsunuz. Kapıyı açan olmamış.” Adam soluğunu tutmaktan yorulmuş gibi bir anda dışarı bırakmıştı olanca nefesini: “Tüh be! Üzüldüm şimdi. Keşke evde olsaydık. Daha erken bulunurdu ceset. Öyle değil mi Mükerrem?” Kadın ellerini dizine vurup hayıflanmıştı. “Evet ya inanmıyorum. Ne zaman gelmiş ki? Hay Allah! Tüh tüh! Çok üzüldüm şimdi.”

“İkinci gün. Yani size gideceğini söylediği günden sonraki ikinci gün.” İbrahim de usulca ilişmişti koltuklardan birine. “Gündüz, saat üç sularında gelmiş.” Aynı anda uzatılan “Hımm” seslerinin akabinde fener gibi yanıp sönmüştü Görkem’in gözleri. “Ve siz kapıyı açmamışsınız.” İbrahim de kafasını sallayarak sessizce onay vermişti. Adam işaret parmağını dudaklarının arasına götürdü, karısına sordu: “Neredeydin ki o gün? Evde olursun genelde. Çarşıya falan mı çıktın acaba? Hatırlıyor musun hayatım?” Kadın hafızasını zorlar gibi sıktı gözlerini ve görünmeyen bir el yardımıyla yukarı kaldırdı kaşlarını. “Olabilir. Hatırlamıyorum ki. Yani evdeyim hep. Ama arada çarşıya pazara çıkıyorum. Öyle bir ana denk geldi sanırım.” İbrahim eğilerek öne doğru uzatmıştı vücudunu. Televizyonun altında duran uyduyu işaret etti sonra. “Paralı yayın seyrediyorsunuz. Dekoderinize baktırsak, o gün o saatlerde açık sinyali vermiş olabilir mi peki? İyi düşünün.”

Adamla kadın göz göze gelmişlerdi. Korkunun iki yüz arasında bulaşıcı bir hastalık gibi yaptığı yolculuk, odanın orta yerinde kısa bir mola vermişti. Yutkundular. “Bakabilirsiniz tabii ama biz de televizyon neredeyse hiç kapanmaz. Çok nadir yani. Açık kalmış olabilir o gün. Beş dakikalığına falan gittiysem…” demişti kadın. Adam da hiç tereddütsüz onaylamıştı. “Evet komiserim, karım haklı. Televizyonu kapatmak nedir bilmez hiç. Ben de çok kızıyorum ama dinlemiyor. Bütün gün evde ya, sıkılıyor tabii. Bir şey diyemiyorum. Dünyanın elektriğini ödüyoruz vallaha. İsterseniz son gelen elektrik faturasını göstereyim.”

Görkem kaşlarını bir kez daha yukarı kaldırarak konuşmuştu: “Hayır, gerek yok. Bunu da öğrenebiliriz. Yani o dekoder bize televizyonun gündüzleri kapanıp kapanmadığını da söyler.” Tekrar ve bu sefer daha fazla rahatsız edici bir sessizlik olmuştu. Çok derin bir sessizlik. Bakışların ortasına saplanan, tüm sözcükleri lime lime eden, yalanları ölüme terk eden, uğursuz bir sessizlikti bu. Ve İbrahim önce manidar biçimde öksürdü, sonra sıradaki soruyu sordu: “Ne dersiniz? Açık açık konuşalım mı artık?”

 

 

Ben

Akşam işten dönünce, yorgunluk ve üzüntülerle birlikte tüm başarı ve mutlulukları da kapının arkasında bırakır çekilirim bir köşeye. Hep hava kararmadan gelirim, şanslıyımdır akşamüstlerini penceremin on santim gerisinden seyredebildiğim için. Esasında hayatın usul usul yavaşlaması, ona tezat amansız bir telaşla başlar. Herkesin çil yavrusu gibi evlerine dağılma arzusuna buz kokan bir cam perdenin arkasından tanıklık etmek güzeldir. Önce soluklanır, mutfağa girerim. Karıma ilişmem, o saatlerde televizyon dizisi henüz bitmemiş olur. Sırf bir şeyler söylesin, hipnotize olmuş gibi ekrana bakmasın diye laf atacağım tutarsa da, eliyle susmamı söylemekten öteye geçmez. Üstelemem. Makinenin düğmesine basarım, su kaynar iki dakikada. Bütün gün beni evde bekleyen vücutsuz ben, gülümseyerek tutuşturur bardağı avuçlarıma. Sessizlik ve koyu karanlık şehri ele geçirmeden, insanların son çırpınışlarına tanıklık etmek isterim. Kimseye bir şey olmaz ama ben boğulurum. İlla ki her akşamüzeri tuhaf bir şeyler olur bana.

Ama o gün, yani hikâyenin bize temas etmeye başladığı gün, tuhaflığın da ötesine geçen bir şey oldu. Tam karşımdaki apartmandan saçlarını düzelte düzelte yürüyen, uzun saçlı bir adam çıktı. Nedendir bilinmez, gözüm takıldı ona. Durdu. Çöp kovasının yanına bırakılan poşeti es geçmedi. Görüntüsünden rahatsız oldu ve tiksinmeden aldı poşeti, ait olduğu yere gönderdi. Dikkatimi çekmeyi başaracak bir hareketti bu fakat benim bu adamı anımsamamamı sağlayacak daha ilginç şeyler de olacaktı.

Küçücük apartmanların istila ettiği gösterişsiz sokaklarımızda salına salına gezen birisi olmadığı için belki de, o akşamın hikâyesini tamamen ona ayırmıştım. “Belki de misafirdir” dedim kendi kendime ama boğazıma takılan yudum, gözlerimin adamın peşinden gitmesi konusunda ısrar etmişti. Bakmaya devam ettim. Dümdüz ilerleyip hemen karşı köşedeki markete girdi. Market evimin görüş alanında olduğu için, merakla bekledim adamın geri dönüşünü. Kısa sürdü. Taş çatlasın on dakika sonra kapıda belirdi. Uzaktan noktacık gibi fark edilen bedeni her adımda biraz daha büyüyordu. Büyüdü, büyüdü ve elindeki minnacık poşetle apartmana geri dönüşüyle son buldu. “Misafir değilmiş” diyerek konuyu kapatmak işime gelmişti o akşam. Hava kararınca her şey, bütün hikayeler susacaktı zaten. Pencereden uzaklaşıp karımın yanına gitmiştim.

Fakat yalnızca bir gün sonra yine gökyüzünün bozulan makyajını düzeltiyordum ellerimle. Cama üfledim, buğusuyla oynadım. Yağmur yağabilirdi ama yağmadı. Sokak gürültücüydü her zamanki gibi ve o uzun saçlı adam, onu anımsamam için bir neden sunmakta gecikmedi, aşağı yukarı aynı saatte apartmandan çıktı. Yorgunluğunu çabuk unutan gözlerim yine onun peşine takıldı ve onunla birlikte caddeyi sonlandırdı, karşıya geçti, markete girdi. Sonra onu bekledim. Yine elinde uyduruk bir poşetle çıkan adam, dosdoğru apartmanına geri döndü. Sanki gece kovalıyordu onu, saklanmasaydı sobelenecekti. O gitti, karanlık vurdu pencereme, bir kez daha döndüm içeriye.

Peş peşe iki gün daha aynısı oldu. Uzun saçlı adam vaktini şaşırmadan markete gitti, kısa bir süre sonra elinde minicik bir poşetle apartmana döndü. Üst üste iki gün yağmur yağdı ve adam ısrarla şemsiye almadı yanına. Belki market yakın diye, belki ıslanmak istediği için. Ama ben gözlerimle ördüm perdeyi ve adamın arkasından floresan ışıklarına emanet ettim odamı. Girdim içeriye, hep içerde olduğumu bile bile.

Sonunda dayanamadım. Sonraki gün pencerede beklemek yerine apartmanın kapısında dikildim. Ve yine dakikasını sektirmeden çıktı dışarı. Bu sefer dizginleyemediğim anlamsız merakıma yenik düştüm. Takip ettiğimi belli etmemeye çalışarak, ufak adımlarla gittim peşinden. Belki hissetmişti belki benim hüsnükuruntumdu, bilmiyorum. Ama bir iki defa kafasını çevirip arkasına gözlerini dokundurduğunu fark ettim. Sanki biliyordu ensesinde olduğumu. Öyleyse bile oyunu bozmamıştı.

Önce o girdi markete, arkasından da ben girdim. Tam tahmin ettiğim gibi, önüne ilk çıkan raflardan uyduruk bir şey aldı ve oraya farklı bir amaçla gittiğini düşünmekteki hevesimi boşa çıkarmadı. Rafların arasında sızdırdığı bakışlarının kasiyer kıza sakız gibi yapıştığını fark etmem uzun sürmedi. Dikkatli gözlerle seyretti kızı. Arada rafları kurcaladı, eline bir paket pirinç aldı, evirdi çevirdi, geri bıraktı. Ama uzaktan uzağa kızı göz hapsinden tutmaya hiç ara vermedi. Ve kasada bekleyen müşteri kalmadığı anda hızla gitti kızın yanına. Adım adım, an be an seyrettim onu. İşini yapan genç kıza dair görebileceği tüm detayları ezberleme gayreti içerisindeydi sanki. Şaşırdım. Para işi bitince dışarı çıktı, ben de hiçbir şey almadan terk ettim marketi. Bu kez peşine takılmadan, yolumu değiştirerek akşamın sona ermesini diledim içimden. Çünkü hissetmiştim veya akşamüstlerini seyretme aşkım, eninde sonunda bir hikâyeye ihtiyaç duyacaktı. Onu bulmuştum. Bu adamın karanlık yanı, o kıza kötü bir şey yapmak için pusuda bekliyor olmalıydı.

O günün ardından bu işin peşini bıraktım. Hatta bir süre pencereye bile yaklaşmadım. Anlamsız merakım yerini açıklanamaz korkuya bırakmıştı. Şahit olmak istemiyordum bundan sonrasına. Ne o adam ne de o kasiyer kız zihnime tırmanmamalıydı. Kötü bir işe bulaşma eşiğimin çok düşük olduğunu fark etmem, pencerenin yerine karımın dizisine eşlik etme seçeneğini kullanmamı sağlamıştı. Ama olmadı. Hiç işe yaramadı.

 

Onlar

Adam karısıyla kısa bir süre göz göze geldikten sonra derhal kırmıştı direncini. “Peki komiserim.” Öne doğru eğilmeyi, daha ciddi konuşmaya başlamak için zorunluluk haline getirmişti. Görkem ve İbrahim’e doğru yaklaşan yüzü, dudaklarının her hareketinin altını çizecek kadar derin ifadeler barındırıyordu. “Bundan birkaç hafta önce ağlayarak gelmişti Füsun. Görmeliydiniz, bitik vaziyetteydi.” Karısı söze girecek gibi olduysa da derhal vazgeçti, kocasına destek olmak için kafasını sallamakla yetindi. “Kız kardeşimi öldürdüler dedi hıçkıra hıçkıra ağlayarak. Çok şaşırdık, teselli ettik falan. Sonra… Sonra şey oldu.”

“Ne oldu?” Genellikle Görkem’in bir adım gerisinde olmayı tercih eden İbrahim kontrolünü kaybetmişti. Adam borç para verir gibi nazlanarak düşürmüştü kelimeleri: “Kızın fotoğrafını gösterdi bize.” Lafını yarıda bırakıp arkasını getirmek için cesaret topluyordu ama İbrahim’in sabrı yoktu: “Ee?” Adam ıkına sıkına anlatmaya devam etti: “Ben kızı görür görmez tanıdım. Şu karşı köşedeki markette kasiyerlik yapan kızdı. Bilmiyorduk tabii. Yani ben biliyordum. Ama öğrenmem kötü bir tesadüf sebebiyle olmuştu.” Arkasını döndü pencereyi işaret etti. “Her akşam şu pencereden dışarıyı izlerim. Tam karşımızdaki apartmanda oturan bir adamın her akşam o markete gidip uyduruk bir şey alıp geri döndüğünü fark ettim. Merak ettim. Takip ettim adamı.” Görkem ile İbrahim kaçamak bir bakışmayla hikâyenin orta yerinde buluşmuşlardı. Ses çıkarmadılar, adamın anlatımını bölmediler. Zaten hızını almış gidiyordu adam. Yani Arif.

“Marketle falan bir ilgisi yoktu adamın. Öylesine bir şey alıp kasiyere kızı seyrediyordu uzaktan. Bir terslik olduğunu hemen anlamıştım. Adamın sinsiliğinden, bakışlarından…” Bu sefer Görkem girmişti araya: “Ne yaptınız peki? Takibe devam mı ettiniz?” Kendinden emin ve çok net bir ifade ile “Hayır” demişti Arif. Omuzlarını silkti, başını öne eğdi. Sanki utanmaya mecburdu ve bunu başarabilmek için kendini zorluyordu. “Hayır. Korktum. Tuhaf bir rahatsızlık duydum ve o gün orada bıraktım bu işin peşini.” Anlamlı biçimde kafasını sallayan Görkem’in cevabı hazırdı. “Anlıyorum.”

“Lütfen korkaklıkla suçlamayın beni. Belaya bulaşmak istemedim diyelim. Tamam, kabul ediyorum. Doğrusu polise gitmekti belki.” Elini havaya kaldıran Görkem, “Hayır, hayır. Kimsenin sizi korkaklıkla suçladığı falan yok. Lütfen devam edin. Ortada bir şey yokken, sadece şüphe için polise gitmemeniz tuhaf değil” dedi. Bu cevaba sevinen Arif’in parıldamıştı gözleri. “Değil mi ama?” Hızla artan güven hissiyle arkasına yaslandı. “O gün fotoğrafı görünce dayanamadım, anlattım bunları. Füsun da ağzı açık bizi dinledi. Sonra aldı beni, koşa koşa götürdü karşı apartmana. Bütün zilleri çaldık. Ve adamı bulduk. Oturduk, konuştuk.”

Görkem sakinliğini korurken, İbrahim heyecanlanmıştı. İki kaşını havaya kaldırarak tepkisini verdi: “Nasıl? Kız kardeşinin katiliyle oturup sohbet mi etti kadın?” Arif ellerini birbirine kenetleyip diz kapağının üzerine yerleştirdi ve gerindi. Üzerindeki ağırlıkları attıkça rahatlıyordu. “Hayır komiserim. Adam ben yapmadım dedi ama bizi de o şekilde karşısında görünce korktu. Bildiklerini anlatmaya razı oldu. Ben de Füsun’u sakinleştirdim. Adamı güzel güzel dinledik.” “İbrahim’in çık sesi çıkartarak “İlginç!” demesinin arkasına yapışan Görkem, Arif’in bu rahat tavrından faydalanmak istiyordu: “Lütfen devam edin, gayet iyi gidiyorsunuz.”

“Meğer kocasıyla kız kardeşi sevgiliymiş zamanında. Onlar ayrıldıktan kısa bir süre sonra Füsun kız kardeşinin eski sevgilisiyle evlenmiş. Haliyle iki kardeş arasına kara kedi girmiş. Fakat hayat işte. Bir şekilde zaaflar iş başına geçmiş ve adam tekrar ilişki yaşamaya başlamış eski sevgilisiyle. Fakat kızın hamile kalması işi bozmuş. Çocuğu doğuracağım diye tutturmuş ve ilişkilerini Füsun’a anlatacağını söylemiş.” Arif nefeslenmek için mi yoksa anlattıklarının ağırlığını taşımakta zorlandığı için mi bilinmez ama bir süre duraklamıştı. İki polisi merakta bırakırken, “Ya sonra?” diye sormalarını beklemişti. Ama Görkem, “Demek bu yüzden kardeşinden hiç bahsetmemiş size Füsun hanım. Küs oldukları için yani. Yoksa bu kadar yakında çalışan kardeşinden bahsetmez mi hiç insan?” diyerek konuşulmamış olanı da bağlamıştı hikâyenin bir ucuna.

Kafasını sallayan Arif devam etmişti: “Aynen öyle komiserim. Neyse işte. Bu gizli aşkın sonu, olayları kontrol edemeyen kocanın müdahalesiyle son bulmuş. O gördüğüm uzun saçlı adam, Haldun’un, yani Füsun’un kocasının paraya çok ihtiyacı olan bir arkadaşıymış. Ona hamile kardeşi öldürmesi için para teklif etmiş Haldun. Adam kabul etmedim dedi ama biz anladık. Şeytana uymuş belli ki. Adam da kızı ortadan kaldırınca mesele halloldu sanmış Haldun. Fakat işi bozan biz olduk karımla.” Taşların yerine oturmasından duyduğu memnuniyeti bakışlarıyla belli eden Görkem, “Anlıyorum. Adamla konuşup eve mi döndünüz peki?” diye sordu. “Aynen öyle komiserim” dedi Arif. Kafasını emme basma tulumba gibi sallamakta ustalaşmaya başlamıştı yavaş yavaş. “Ben o gün kızı tanıyınca ve tüm hikâyeyi Füsun’a anlatınca ortalık karıştı sanırım. Sakinleştirmeye çalıştım ama pek karışmak da istemedim. Korktum ne yalan söyleyeyim? İşin içinde cinayet var. Uzak durayım dedim ama iş işten geçmişti çoktan. Muhtemelen her şeyi Haldun’a anlattı Füsun. Karısının polise gideceğini ve arkadaşını şıp diye yakalayacaklarını anlayan adam da işi bitirdi diye düşünüyorum. Sonrasında kaçtı herhalde. Biz de korkumuzdan kapıyı kimselere açmadık.”

Bıyık altından uzun bir gülümseme ikram eden Görkem, önce İbrahim’e dokundu delici bakışlarıyla. Onu tanımayan birisinin ne ima ettiğini anlaması zordu. Arif ve karısının şaşkın bakışları bu sebepten yerinde verilmiş bir tepkiydi. “Hepsi tamam. İlginç ve hayli karmaşık bir hikâye. Ama tek bir şey açıkta kaldı. Onun da cevabı yalnızca sizde” dedi dudak ucuyla. Arif’in özgüvenin tek bir hamleyle alaşağı etmesi tam da ondan beklenen bir hareketti. “Nedir o komiserim?” diye sordu Arif çekinerek. “Kapıyı kimselere açmasanız bile, karısını dinledikten ve ortadan kaldırdıktan sonra muhakkak gelmiştir sizin yanınıza. Bir şekilde başarmıştır bunu.” Görkem’in bıçağın sivri ucuna benzeyen göz süzmeleri altında hareketsiz kalan Arif ile karısı, uzun bir “Hayır” dan sonra “Açmadık kapıyı. Görmedik onu” demişlerdi.

Sol kaşının üzerini tatlı tatlı okşayan Görkem, sırıtarak koymuştu noktayı: “Onu nereye gömdünüz?”

YABANCI

0

Sayfayı çevirirken gözü dışarı kaydı. Kar yağmaya başlamıştı. Kendini daha da mutlu hissetti. Çünkü elinde son dönemin gözde yazarlarından birinin yeni kitabı duruyordu. Mutluydu zaten. Dalgın gözlerle bir süre kafenin ön camından dışarıyı seyretti. Dev bir kar küresi gibi geldi bir an kafenin dışındaki dünya. Hızını artırmadan yoğunluğu kalınlaşan kara maruz kalan sevinçli, şaşkın, kızgın, aceleci insanları gözlemledi. Fırsat bulup kafeye girmelerini ve birlikte birer sıcak bir şeyler içmeyi hayal etti. Karın hatırına… Bu güzel, tamam belki dışarıdakiler için soğuk, anı bir yabancıyla paylaşmak istedi. On, bilemedin on beş dakikalığına hayatına girecek ve sonra aniden bastıran kar gibi hayatından çıkıverecek birini aradı. Kahvede tek başına oturan sadece kendisiydi. İkili veya çoklu gruplar sarmıştı etrafını. Küçük bir burukluk sonrası mutlu olduğunu hatırladı. Gözleri kitabına kaydı. Kitabın yıpranmış kapağını sıvazladı önce. Geri kalan sayfaları para makinası gibi taradı ardından. Sondaki sayfa numarasına baktı. Ne zaman kitabı bitireceği tahmininde bulunduktan sonra kaldığı yerden okumaya devam etti.

Geç keşfettiği bir yazarın kitabıydı okuduğu. Günümüzdeki en popüler detektiflerden birinin yaratıcısıydı yazar. Ondan fazla macerası vardı. Sırayla okumaya karar vermiş, üçüncü kitabın baskısı çoktan tükendiğinden, internet üzerinden ikinci el sipariş etmek zorunda kalmıştı. Kitap, birkaç gün sonra eline geçmişti. Ancak kitabın fazlasıyla hoyrat kullanıldığını görünce, ısmarladığına pişman olmuştu. Kapağı zarar görmüş, sayfaların bazıları yırtılmış ve pek çok sayfaya daha önceki okurlar tarafından yapıldığını düşündüğü karamalar yerleşmişti. Kimisi resim çizmiş, kimisi aşkını ilan etmiş, kimisi de özlü sözlerle bezemişti sayfaları. Onun ilgisini çeken ise sayfaları hızla karıştırırken gözüne çarpan telefon numarası oldu. Birisi yeşil kalemle sayfa boşluğuna herhangi bir açıklama olmaksızın numarasını yazmıştı. Biri neden telefon numarasını kitap sayfasına yazar diye düşündü. Belki aceleyle o anda yazacak bir kağıt bulamamıştı veya kitabı verdiği kişinin numarasını bilmesini istemişti, belki kendi numarası bile değildi, sadece bir şakaydı. Ya da bir meydan okuma. Karar verememişti. Kahramanın yeni macerasını okumak için heyecanına yenilince, kitabın fiziksel durumu bir anda gündem dışı kalıverdi. Bugün iş çıkışı, her zamanki kafesinde, her zamanki içeceği ve yanındaki küçük atıştırmalıklarla okumaya başlayacaktı. Bu heyecan verici beklenti, işte onu tüm gün dinamik tutmaya yetmişti.

Günün en çok sevdiği saatinde, favori kafesinde oturuyordu. Yorucu bir günü ardında bırakmış, tüm gün hayalini kurduğu anı yaşamak için rutinlere dayanmak zorunda kalmıştı. Ama ödül hepsine değerdi. Yaşam da bu özel anların toplamı değil miydi? En azından onun için. Bu özel anlar çok kıymetliydi.  Kahvesinden bir yudum aldı ve kitabına gömüldü. Her bölüm bitiminde, gözleri dışarı kayıyor, bir süre dünyayı izliyor sonra mutlu olduğu yere dönüyordu. Bazen kendini kaptırıyor, kahvesini soğutuyor, tazelenmesi için ricacı oluyor ve sonra güvenli dünyasına giriveriyordu.

Kitap akıp gidiyordu. Ne kadar zamandır okuduğunu bilemedi. Havadan kestirmeye çalıştı. Bu işte oldukça iyiydi. Sabahları da saatini kurmasına rağmen, dışarı bakarak doğru zamanı kestirebilirdi. Hiç yanılmamıştı. Bugün de. Gözlerini ovuşturdu. Kafedekileri süzdü. Gözü döndü dolaştı kitabına çevrildi. Bir iki sayfa karıştırdı, gördüğünü unuttuğu telefon numarasına rastladı. Bakakaldı. Telefon numarası olmanın ötesinde rakamlar bir mesaj taşıyormuş gibi geldi. Bakışlarını alamadı. Koltuğunda dikildi. Dudakları kurumuştu. Soğumuş içeceği yardıma koştu. Aldırmadı sıcak olmadığına bu kez. İçti. Bunun bir anlamı olmalı diye düşündü. Bekledi konuşmasını numaranın, bir şeyler anlatmasını. Etrafına bakındı hızlıca tuhaf bir durum var mı fark edemediği diye. Her şey yolunda gibiydi. Eliyle rakamların üzerinden geçti. Rakamların dile gelmesini umdu. Heyecanına anlam veremedi. Kitabın o sayfası açık halde göğsüne bastırarak bir süre öylece kalakaldı. Yanıt aradı.

Yanıtı buldu. Numarayı arayacaktı. Ne kaybederdi ki? Belki hiçbir sonuç çıkmayacaktı, sıradan birisi, kullanılmayan numara veya hayatındaki eksik kişi. Şansı var mıydı gerçekten? Pek gerçekçi gelmedi ama denemeliydi. Bunu ta içinde hissediyordu. Sonu iyi veya kötü olsun karşıdaki sesi duymalıydı. Telefonu eline aldı ve numaraları tuşladı. Kitaba bakmadan numaralara bastığını fark edince korktu biraz. Parmakları kolayca dokunmuştu tuşlara sanki daha önce defalarca aramışçasına. Çalmaya başlayınca sevindi önce sonra endişe sardı benliğini. Kapatmakla kapatmamak arasında binlerce kez gitti geldi. Baş parmağı titrek vaziyette kırmızı tuşun üzerinde bekledi. Hâlâ çalıyordu ancak açan yoktu. Heyecanını geride bıraktı. Parmağı sakinleşti. Hayal kırıklığı sardı her yerini. Veda eder gibi sonlandırdı aramayı. Siyah ekrana bakakaldı. Kendi siluetini gördü. Yapmaması gereken bir şeyi denemiş, olmayınca da rahatlamıştı. Kitabı sehpaya koydu, arasında mesafe olsun istedi. Bir anda yabancılaşmıştı sanki. Telefonu kitabın üzerine koyup içeceğini tazelemeye gitti.

Kahvesini masaya koyup koltuğa çöktü. Keyifli başlayan kitap macerasının canını sıkmasına üzüldü. Hiç olmamış saymayı deneyecekti. Eve gidip orada okumaya devam etmeyi düşündü, hemen vazgeçti. Kafenin bu sıcak köşesi huzurlu geldi. Ama daha çok soğukta dışarıya çıkmaya üşendi. Üzerine bir battaniye alıp oracıkta kıvrılarak geceyi geçirebilirdi. Saçmaladığına karar verip saatine baktı. Belki bir bölüm daha okuyabilirdi. Kitabın üzerinde duran telefona mesaj geldiğini işaret eden notu görür görmez, unuttuğu heyecanı geri geldi. Telefona uzanırken az kalsın bardağını döküverecekti. Açıp okudu. Tek bir kelime yazmaktaydı.

“Merhaba.”

Bekledi. Beklediği için kendine kızdı sonra. Hemen bir “Merhaba,” da o yazdı. Bekledi.

Mesajı yazmasının üzerinden yarım saat geçmişti ancak beklenen olmamıştı. Yanıt yoktu. Tekrar aramayı düşündü sonra bunun iyi bir fikir olmadığına karar verdi. Belki de meşguldü. Hem en son o yazmıştı. Yanıt sırası yabancıdaydı. Kitabını okumaya devam etti. Her sayfa sonunda göz ucuyla telefona bakıyor, gelmediğini bildiği halde mesaj sayfasını açıp emin olmak istiyordu. İki bölüm bittiğinde hâlâ mesaj yoktu. Toparlandı. Sıkıca giyindi. Kulaklıkları kulağında, kendini soğuğun ortasına bıraktı. Beş şarkıdan sonra apartmanına girdi. Posta kutusunu kontrol etti. Daireye girince yüzüne çarpan sıcaklık hoşuna gitti. Hızla üzerindekileri çıkarıp mutfağa daldı. Çabucak halledilen akşam yemeği ile beraber televizyonun karşısındaki kanepeye yerleşti. Rutinine geri dönmüş, kitap ve telefon numarası şimdilik aklından çıkmıştı. Televizyonda, yarısından yakaladığı bir Türk filmini bilmem kaçıncı kez izledi, lambaları söndürüp, kulaklığı ile kanepeye uzandı. Kısa sürede uyudu.

Keskin ve kısa bir gürültünün etkisiyle kanepeden fırladı. Kulaklık hâlâ kulağında olduğundan, telefonuna gelen mesaj bildirimi, gecenin sessizliğinde devasa bir yankı yapmıştı. Korku ile heyecan karışımı bir duygu hissetti önce. Kısa süre sonra ne olduğunu anladı. Telefonuna, ardından saate baktı. Henüz gece yarısı değildi ama tanımadığı biriyle yazışmak için geçti. ‘Muzur ya da tehlikeli bir iş peşinde değilsen,’ diye düşündü. Mesajı bir kez daha okuduktan sonra ok yazıp gönderdi.

Buluşmak için yarım saati vardı. Hızla ayna karşısına geçti. Üzerindekilerle yatmasına rağmen hâlâ iş görürlerdi. Dişlerini fırçaladı, deodorantı sıktıktan sonra hazırdı.

Gece yarısı vardiyasından dönen alt komşusunu kapıda görünce saatin epeyce geç olduğunu anladı. Hızlı bir selamlaşma sonrası kendini soğuğa bıraktı. Buluşma yerleri otogardı. Daha doğrusu terminalde sabaha kadar açık olan kafelerden biriydi. İlginç bir seçim diye düşündü. Hoş, ilginç olmayan ne vardı ki olayla ilgili? Beşevler’de oturduğundan yürümekten başka çaresi yoktu. Kulaklıları takılı, ağzı burnu sıkıca kaşkolla kapanmış halde yürümeye başladı. Bir yandan da doğru yapıp yapmadığına ilişkin iç sorgulama yapıyordu. Yabancı niye hiç soru sormamıştı? Doğrudan buluşmak istemişti. Oysa bilinmeyen bir numara aradığında önce karşı taraf sorgulanır veya numarayı nereden bulduğu sorulur. Sanki bu kişi telefonu bekliyor gibi davranmıştı. Ama herhangi biri de olabilirdi arayan. Hatta yanlış numara. Nasıl bu kadar emin olabilmişti kitaba bıraktığı numara yüzünden arandığından? Bir süre buna kafa yordu. Bunun tek bir yanıtı olabilirdi. Kitaba yazılan, sadece kitabı okuyanlar tarafından aranabilecek bir numara olmalıydı. Bu olayı daha da gizemli yapmıştı. Kim, biri şans eseri kitapta gördüğü bir numarayı arasın diye hat alırdı ki? Bunun ardında bir şeyler olmalıydı. Casusluk diye düşündü hemen. Hemen de sildi bu düşünceyi. Çok Amerikanvari buldu çözümünü.

Deneysel bir amacı olabilirdi. Bu daha akla yatkındı. Kendisi gibi belki psikolojiyle ilgilenen biri bir araştırma için böyle bir yöntem seçmişti. Ya da sapık biri. Ya da çok yalnız… Listeyi uzattıkça uzattı. Yürüdükçe burnundan akan sıvılar atkısını ıslatıyor, nefesi yüzünü ısıtıyordu. O kadar yoğunlaşmıştı ki dinlediği müziği duymaz olmuştu. Hızlı adımlarla ilerlemesine rağmen her an geri dönecekmiş gibi bir his vardı içinde. Merak ne tehlikeli bir duyguydu. Yasak olan bir şeyi yapma isteğiyle, pişman olacağına merakta kalmasını söyleyen iç sesi arasında gidip geldi. Kafası iyice karışmıştı ki otogar göründü.

İçerisi sıcaktı. Tenha sayılırdı. Kafelerin bulunduğu alt kata indi. Bere ve atkısını çıkarıp kendine çeki düzen verdi. Camekânlı mekânda birkaç masada tek başına oturanlardan randevusunun hangisi olabileceğini seçmeye çalıştı. Hiçbiri içine sinmemişti ama dış görünüm yanıltıcı olabilirdi. Kapıyı açıp içeri girdiğinde salonun loş bölümünde oturan bir adamın ayağa kalktığını gördü. Randevusunu bulmuştu. Yavaşça yaklaştı. Yaklaşırken de adamı incelemeyi sürdürdü. Bir ipucu arıyordu ama bulamadı.

Gecenin o vaktine göre şık sayılabilecek spor bir takım giymiş, bakımlı, kendinden en az on yaş büyük bir erkek karşısında duruyordu. Yüzünde herhangi bir ifade yakalayamadı. Tanıdık gelen bir şey vardı yine de. Gülümseyerek elini uzattı. Tokalaştılar. Eli soğuktu. ‘Demek o da yeni gelmiş,’ diye düşündü. Karşılıklı oturur oturmaz uykudan yeni uyanmışa benzeyen bir garson başlarına dikildi. Çay söylediler. Yabancı paltosunu çıkarırken, onu bir panik dalgası sardı. Bir anda hata yaptığına ilişkin korkunç bir duygu kapladı benliğini. Hemen terk etmeliydi kafeyi. İçine ateş bastı. Sıcak kanepesinden kalkıp tanımadığı bir adamla gece yarısı çay içmek de neyin nesiydi? Yanlışa doğru sürüklendiğini hissetti. Bir şeyler yapmalıydı. Belki biraz konuşsa, içi rahatlardı. Ama yok, iç sesi hemen bir bahane bulup gitmesi için haykırıyordu. Yabancı sandalyesine yerleşmeyi sürdürürken, otogara gelmek için yürüdüğünü bahane ederek lavaboya gitmesi gerektiğini söyledi. Telaşla kalktı masadan. Hemen arkalarındaki tuvalete girdi. Kapıyı ardından kapatınca derin bir nefes aldı. Ne yapmıştı böyle? Ne işi vardı burada? Nasıl sıvışacaktı? ‘Buranın  arka kapısı da yoktur.’ diye düşündü. Derin bir nefes alıp verdi. Birini arayabilirdi ama ne diyecekti?

Gel beni kurtar!…

Neyin içinde olduğunu bilmiyordu bile. Belki de paranoyaklık yapıyordu. Adamla biraz konuştuktan sonra pekâlâ evine dönebilirdi. Sonuçta ikisi de yetişkin insanlardı. Bu kalabalık ortamda olabilirdi ki? Hem kitaptaki numaranın hikâyesini başka nasıl öğrenecekti? İleride anlatacağı iyi bir hikâyeyi kaçırabilirdi bu yüzden. İnanmasa da abarttığına karar verdi. Tuvaleti kullanmadığı halde sifonu çekti. Bir süre daha bekledi. Daha sonra lavaboda elini yüzünü yıkadı. Sakin olması gerektiğine ikna etmişti kendisini. Sahte bir gülümsemeyle çıktı dışarı. Kafe biraz daha kalabalıklaşmıştı. Oturdukları masaya yaklaşırken şaşkınlığını gizleyemedi. Gülümsemesi yok oldu. Etrafına bakınarak yavaşça sandalyesine yerleşti. Sorar gözlerle çevresindekilerden bir yanıt almaya çalıştı. Yaşadıklarına anlam veremedi. Gerçekle düş arasında bocaladı. Sonra gözü masanın üzerindekilere takıldı.

Dumanı tüten iki çay bardağına uzun süre baktı.

DARK DEDEKTİF

DARK DEDEKTİF / SUÇ ÖYKÜLERİ 1

DARK İSTANBUL

DERLEYEN: GENCOY SÜMER

278 SAYFA

 

 

Müthiş bir iç sıkıntısı yaşıyorum. Nedenini tarif etmem çok zor çünkü ben de bilmiyorum. Buraya nasıl geldim, neredeyim? En ufak bir fikrim yok. Önümde uzanan yola baktım; kalabalık bir cadde. Ama bana bir şey anımsatmadı. Yürüdüm cadde boyunca. Gazete satan bir çocuk bağırıyor; “Yenikapı’da cinayet! Kadın Kasabı yine öldürdü!” Gazete almak istedim, cebimde para yok. Çocuğa doğru yanaştım, en azından alıp okuyayım diye. Çocuk beni görmüyor, kimse beni görmüyor. Öldüm mü ben? İç sıkıntımın nedeni bu demek ki. Yağmur atıştırmaya başlayınca bir evin saçağına sindim. Acaba yağmur da beni görmüyor mu?

Saçağına saklandığım evin kapısı açılıverdi. Siyah bir kedi çıktı evden. Sanırım o beni görüyor çünkü yan bir bakış attı bana sonra rızkının peşinden koştu sokağa. Kediler görünmeyeni görür derler, demek doğruymuş. Açılan kapıdan istifade eve girdim. Normalde yabancı evlere girmek huyum değil ama yaşadıklarımın normal olan bir tarafı da yok zaten.

Evin hanımı olduğunu tahmin ettiğim kadın çok güzel. Ama bu ev ona iyi gelmiyor. O her ne kadar görmese de ben görüyorum evin içinde dolaşan hayaletleri, onlar da beni görüyor. Zaman kavramımı yitirdiğimi zannediyorum. Yağmur yerini kar yağışına bıraktı şimdi. Kedi eve geri döndü, sanırım o da üşümüş. Sığındı güzel kadının sıcağına.

Kadının adının Nebahat olduğunu kendisine yazılmış bir nottan öğrendim. Belli ki geçmişinde korktuğu biri var, tir tir titriyor. O esnada gümbürdüyor kapı. Kedi tırsıyor, kadın da. Kapı menteşelerinden sökülüp açılıyor. Bu evde daha fazla durmak istemiyorum. Kimsenin beni görmemesinden faydalanıp kaçıyorum. Tam çıkarken duyduğum çığlık sesi adımlarımı hızlandırmama sebep oluyor.

Nefes nefese kaldım. Etrafa bakıyorum, neredeyim? Çamlıca yazıyor tabelalarda. Zaman kavramımın garipliğine mekan kavramının garipliği de eklendi belli ki. Yürümeye devam ettikçe kendimi bir köşkün önünde buluyorum. Köşkte bir hareketlilik var. Görünmez olmanın verdiği rahatlıkla giriyorum köşkün içine. Burası Haldun Bey diye bir adamın köşkü. Adamcağız eşini kaybedeli bir sene olmuş. Konuşulanlardan duyduğum kadarıyla bir adamla kız kardeşi Haldun Bey’i kandırıp kızla evlenmeye ikna etmişler. Belli ki adamın bazı zaaflarından faydalanmışlar. Ama adamın iki kızı bu duruma şiddetle karşı çıkmış. Bunları nereden mi duyuyorum? Çünkü Haldun Bey yediği yemekten zehirlenip ölmüş, evin çalışanları şu anda polise ifade veriyorlar. Ben de film izler gibi onları izliyorum.

Evlenmek üzere olduğu kadın ve kadının abisi akşam yemeğine midye istemişler. Ben de pek severim. Haldun Bey Gut hastalığından dolayı yasaklı olan midyelerden yemiş. Aslında yemekte olan üç kişinin de ortak yediği tek yiyecek midyeymiş. Hepsi zehirlenmiş ama sadece Haldun Bey ölmüş. O gün, babasıyla küs olan, annesinin evde kalan eşyalarını almaya eve gelen kızı, evleneceği kadın ve abisi, mutfak çalışanları dahil herkesin ifadesi alınmış. Adamın bozuk midyeden dolayı değil zehirden dolayı öldüğü saptanınca elbette o gün evde olan herkes zanlı olmuş. Ben ufaktan kaçayım buradan. Zira beni de zan altına sokabilir bu olan bitenler. Ama unuttum, beni kimse görmüyor ki!

Zaman kavramının garipliği yine baş gösterdi. Karanlıkta buldum kendimi. Bir otogar burası. Az önce İstanbul’daydım. Şimdi neredeyim bilmiyorum ama görünmezliğimden faydalanıp boş koltuklarından birine sığıştığım otobüsün önünde İstanbul yazıyor. Ne saçma. Az önce oradaydım.

Otobüs hareket ediyor. Sırnaşık bir muavin var. Gözüm hiç tutmadı onu. Beni görmemesinden istifade el hareketi çektim pezevenge. Otobüsteki kızlara asılıyor çünkü. Keşke daha fazlasını yapabilsem. Yan sıramdaki koltukta bir kız var. Ona da sulanıyor ama aferin kıza, pas vermiyor, tersliyor onu. Kulaklığını takmış, bilgisayarıyla ilgileniyor. Onun önündeki yaşlı çifte takıldı gözüm. Adam otobüs hareket ettiğinden beri yiyor. Pis boğazından gidecek. Sevmem çok yiyen insanı. Gözlerim otobüsün sıcağından ağırlaşıyor. Sahi, ölülerin uykusu gelir mi?

Gözlerimi açtığımda otobüsün mola verdiğini görüyorum. Çişim yok benim. Hem dışarısı soğuk. Acıkmadım da. Demek ki hem görünmezim, hem acıkmıyorum hem de çişim gelmiyor. Eğlenceli olmaya başladı. Herkes geri geliyor otobüse, hareket ediyoruz. Yanımdaki kız yine bilgisayarına gömülüyor. O esnada pis boğazlı adamın fenalaştığını görüyorum. Ağzından köpükler felan çıkıyor. Karısı endişeyle bağırıyor. Şoför hemen sağa çekiyor, bir başkası 112 yi arıyor. Adam gitti iyi mi? Dedim ama o pis boğazı yüzünden ölecek diye. Acaba gerçekten öyle mi? Ağız köpürmesi felan bana pek kalp krizi gibi gelmedi. Hem o yılışık muavinle ne konuşuyordu mola da bu pis boğaz?Ölü de olsam anlarım bu işlerden. İnmek istiyorum bu otobüsten. Hem de hemen!

Az önce bir yeteneğimi daha keşfettim; istediğim an istediğim yere gidebildiğimi. Şahane değil mi? Araf’ta kalmak böyle bir şey ise ben memnunum, şimdilik.

Aklıma izlediğim bir bilgi yarışması geldi. Acaba oraya da gidebilir miyim? Gözlerimi kapadım. Kendimi o stüdyoda hayal ettim. Evet, gerçekten işe yarıyor. Şimdi yarışmanın çekildiği stüdyodayım. Aman Allah’ım! Finale kalan iki yarışmacıdan biri ölmüş. Neden gittiğim her yerde kaos görüyorum? Üstelik ölü adamın kazanacağına bahse bile girebilirdim sizinle. O kadar iyiydi. Acaba diğer yarışmacı öldürmüş olabilir mi? Neden olmasın? Beş lira için birbirini öldürenleri duydu bu kulaklar, ödül olan ev için hayli hayli öldürürler. Azıcık kalabalığa doğru yaklaşıyorum. Uyuşturucudan öldü diyorlar ama kafasının arkasındaki kan lekesini görmüyorlar sanırım. Hah gördüler. Düpedüz cinayet işte. Hayalet dedektif oldum ben de iyice.

Dinlediğim kadarıyla polis de önce diğer yarışmacıdan şüpheleniyor. Söylenenlere göre ölen kişi oldukça da arsız ve sapıkmış. Stüdyoda nefes alan tüm kadınlara yürümüş. Ekrandan da gayet normal aklı başında görünüyordu oysa. Acaba yürüdüğü kadınlardan birinin eşi ya da sevgilisi mi öldürdü? Hey komiserim, kamera kayıtlarına baktınız mı? Sanki beni duymuş gibi yanındaki sarışın polis kamera olmadığını söyledi. Zaten beni görecekse bu yakışıklı sarışın polis görsün, yeter.

Diğer yarışmacının eşi de burada. Ne sevimsiz kadın. Bu bile öldürmüş olabilir bence çünkü adam bu kadına bile asılmış. Bir an üzülmüştüm adamın öldüğüne ama şu an pek de üzüntülü hissetmiyorum. O nasıl kameraman öyle! Kadın bildiğin manken. Hah, şaşırmadım, ona da asılmış makyöze de. Makyöz nişanlıymış komiserim, bence nişanlısını da bir araştırmalı. Dedim ama duymadı ki beni. Adamı öldürecek bir yığın şüpheli var. Kim öldürdü ulan bu yarışmacıyı?

Ah! Ben böyle bir şey düşünmedim ki! Neden geldim buraya şimdi? Hatırladım, burası benim ilkokulu ve ortaokulu okuduğum okul. Ne kadar da değişmiş. Ağaçların dikildiği zamanı hatırlıyorum, dün gibi. Ne bu kalabalık, neler oluyor? Bir vukuat mı var yine? Kambersiz düğün olmaz, açılın!

Benim çocukluğumda da anlatılırdı çocuk kaçırma olayları ama o zamanlar böyle her yerde kameralar yoktu. Ama anladığım kadarıyla bu okulda da dışarıyı gören bir kamera yok. Çocuğa okulun içinde bir şey olmasın aman, dışarıda ne olursa olsun demek gibi bir sorumsuzluk bu. Kaçırılan dördüncü çocukmuş. İlk üçü hala bulunamamış. Stüdyodaki kadar olmasa da idare eder yakışıklılıktaki polisten duyuyorum bunları. Çocukların hepsi babasız çocuklarmış. Hepsinin maddi durumu da iyiymiş. Acaba fidye mi? Hmmm yok, fidye hiç istenmemiş. Pedofili de olabilir tabii. Ortalık sapıktan geçilmiyor. Çocuğa, hayvana, damacanaya… Tövbe tövbe… Vah yavrum, daha üçüncü sınıftaymış. Ne kadar korkmuştur kim bilir. Umarım hepsi sağ salim bulunur. Durun bir haber geldi. Geçen haftadan garip bir olaya şahit olmuş servis çalışanı. Bir adamın çocuklardan birine çikolata verdiğini görmüş. Şu anda robot resim çizdiriyor. Ben de ayaklı gazete gibiyim maşallah. Hah şimdi yandın it oğlu it. İçim sıkıldı, çocuk denince akan sular duruyor bende. Burada daha fazla kalamayacağım.

Hep otobüse binemem ya bu defa da uçağa bineyim. İnşallah boş koltuk vardır. Acaba biri üzerime oturursa ne olur? Dur bakalım, birazdan anlarız. Haydi havaalanına.

Yurt içi, yurt dışı? Karar veremedim. Aslında hep apronda başı boş gezmek istemişimdir. Biraz turlasam kim görecek ki beni? Gülmeyin sakın kara bahtıma ama burada da polis ekipleri var. Kocaman uçak az daha birini eziyormuş. Size anlatmak için biraz daha yaklaşayım. Gelinlikli bir kızcağız var yerde, etekleri yırtık ve çamurlu. Sanırım ölmüş. Düğününden kaçmış besbelli. Belki de sevmediği biriyle evlendiriyorlardı, garibim de çareyi kaçmakta buldu. İyi de apronda ve ölü olarak ne işi var ki? Bu işte bir bit yeniği var, hislerime güvenirim. Şu polislerle takılacağım biraz. Olayın iç yüzünü öğrenmeliyim yoksa çatlarım.

Öğrendiklerim çok enteresan şeyler. Şöyle ki; gelinlikli kızımız Göbeller Köyü’nde yaşıyormuş. Bu köyde yaşayan herkesin soyadı da Göbel, ne komik. Hepsi akraba demek ki. Neyse kızımız birinden hamile kalmış. Kızın annesi seneler önce ölmüş. Babası da Almanya’ya gitmiş. Kızcağız burada amcasına emanet edilmiş ama evde bildiğiniz Külkedisi muamelesi görmüş. Zaten hamileliği öğrenilince hamile kalmasından ziyade hizmetçilerinin kullanım dışı kalacak olmasına üzülmüşler. Kadınlar kadınlara sahip çıkacakları yerde nasıl kötülük yapabiliyorlar, aklım almıyor.

Kıza yapılan incelemelerde bacaklarının arasında meni kalıntısı bulunuyor. Hah şimdi bir yerlere varacağız. Tüm köyün erkeklerinden nasıl DNA alacaklar? Covid testi yapıyoruz diye. Zekice değil mi? Bacaklarının arasından alınan meninin DNA sı ile amca oğullarından birinin DNA sı tutuyor. Bir hareket oldu yine bir telaş. Öğrendiğim şeyden sonra artık insanlara zerre güvenim kalmadı. Zaten birine bir şey olursa ilk önce akrabalarına bakın der profesör Müge Anlı.

DARK DEDEKTİF 2
Dark Dedektif yazarları.

Acaba çok çok eski zamanlara da gidebiliyor muyum? Hani eski Türk filmlerindeki, her yeri gıcırdayan ahşap merdivenli konaklara… Kapatıyorum gözümü, haydi gidelim.

Galata’ya geldim. Tam düşündüğüm gibi bir konağın önündeyim. Mahmut Bey Konağı. Nasıl güzel bir manzarası var böyle. İçeriye doğru geçiyorum ama makus talihim burada da peşimi bırakmıyor. Yardımcılarıyla, oğlu, gelini ve torunuyla yaşayan Letafet Hanım uykusunda sizlere ömür. Odanın kapısı kilitli. Henüz hekim gelmemiş. Eski zamanlar bu zamanlar, Adli Tıp hak getire haliyle. İçeriye kilitli kapıdan geçiveriyorum. Bir yeteneğimi daha keşfettim. Duvarlardan bile geçebiliyorum ben. Yetmişine merdiven dayamış Letafet Hanım’ın ağzından köpükler çıkmış. Zehirlendiği aşikar. Kucağında da eski bir bez parçası var. Ne ki bu? Odada da hoş bir koku var ama ne kokusudur anımsayamadım. Hah zabitler geldi. Herkesi sorgulayacaklar, peşine takılıyorum Serkomiser’in.

Kalfa, hizmetçiler, kadının oğlu ve gelini, torunu ile görüşüyorlar. Her görüştükleri başka birini suçluyor haliyle. Ortalık nasıl karıştı. Eski iplikler pazara döküldü. Eski sırlar gün yüzüne çıkarken katili de ortaya çıkaracak gibi hissediyorum. İki şüphelim var ama bakalım hangisi gerçek katil?

Moda, en sevdiğim semtlerden biri oldu her zaman. Neden duruyorum ki? Nasılsa istediğim zaman istediğim yerde olabiliyorum. O zaman istikamet Moda. Çok sevdiğim bir lokanta var burada. Sahibini de tanırım. Aslında zor zamanlar geçirmişlerdi ama sanıyorum yakında düze çıkarlar. Yeni bir muhasebeci bulmuştu ve bu muhasebeci oldukça yetenekliydi. Bakayım ne yapmışlar, düzlüğe çıkmışlar mı?

Bilin bakalım kimler burada? Bildiniz, polisler. Ben neden sürekli böyle cinayetlerin, alengirli işlerin üzerine düştüğümü düşünürken, polislerin konuşmalarından anladığım kadarıyla lokantanın sahibi olan ve hesabındaki tüm para boşaltılmış olan Ersoy’un ve muhasebecisinin kayıp olduğunu öğrendim. Üstelik muhasebecisinin sevgilisi de sırra kadem basmış. En tuhafı da ne biliyor musunuz? Olayı soruşturan polis de kayıp kızın eski sevgilisiymiş. Ben olsam bu polisin yerinde, sevgilimi elimden alan kayıp adamı aramazdım.

Öğrendiğim kadarıyla daha önce de adamın hesabından bir miktar parayı, adamın oğlu kayıp muhasebecinin yine kayıp olan sevgilisine göndermiş. Kız belki de şimdi de Ersoy’un oğluyla beraber, kim bilir? Gerçi olamaz çünkü oğlu ortada, diğerleri kayıp. Kızın neden bu paraya ihtiyacı olmuş acaba? Sevgilisi dururken neden elin adamından para istemiş ki? Tabii o istediyle… Ooo, çok karıştı buralar, ben ufak ufak gidiyorum.

Normal yaşantımda en son hatırladığım detaylardan birisi Çırağan Sarayı’na gitmek isteyip tadilat ıolduğu gerekçesiyle içeriye alınmayışımdı. Bugün bakalım kimi görüp de içeri almayacaklar. Madem görünmüyorum, durdurulacak biri de yok demektir.

Tipik Türkiye, halen tadilat devam ediyor. Sittin sene de bitmez bu şimdi. Olsun ben usulca gezerim. Bu kadını tanıyorum, kiminle tartışıyor ki? Eski sevgililer belli. Kadın ülkeden ayrılacağını söylüyor, karşısındaki adam ondaki emanetinin ne olacağını soruyor, sinirleniyor ve uzaklaşıyor. Ben de kadının peşine takılıyorum. Belki onunla yurt dışına giderim ben de.

Kadının evindeyiz ama bir şeyler yolunda gitmiyor. Gözümün önünde kadını bayılttı! Neler oluyor? Aaaa ne cici kedi, gel pisi pisi.

Kadının zihninde bazı görüntüler beliriyor, onları da görüyorum. Tahminen yıllar yıllar öncesindeyiz çünkü kadın henüz çocuk. Yanında arkadaşları var ama pek normal değiller. Demek bu kadının da geçmişinde onu huzursuz eden anıları varmış, tüm çirkinliğiyle görmüş oldum. Ayyy acaba kadını bayıltıp ne yaptı? Hayatta mı yoksa öldürdü mü? Hemen evine gitmeliyim.

Maalesef ölmüş. Evi darmadağın edilmiş tüm eşyalara da zarar verilmiş. Bedeninde sayamadığım kadar bıçak yarası var. Ben ölüye bakamazken şimdi hayalet dedektif oldum. Yurt dışına beraber gideceği arkadaşı bulmuş cesedini. Hatta anladığım kadarıyla kadının Çırağan’da tartıştığı adamı aramış önce ama adam küfredip kötü konuşmuş. Sonra evine gelip bu manzarayla karşılaşmış. Olay yeri elindeki bir fotoğrafı gösteriyor kadın komisere. Ben tanıyorum bu fotoğraftakileri. Zihninde gördüğüm görüntülerdeki çocuklar bunlar. Ne yazıyor bakayım? “Katiller 2000” Tabii ya, anlamıştım zaten o olayla bir alakası olabileceğini.

Polisler hummalı bir soruşturma başlattılar. Olayın düğümünü çözecekler belli. Kimseye güven olmuyor arkadaş, bu olaydan da bunu öğrendim. Ha bir de ne kadar üstünü örtersen ört, gerçekler bir şekilde saklandıkları geçmişten gün yüzüne çıkıyorlar. Hiçbir şey cezasız kalmıyor. Aman aman, neler neler çıktı olayın altından. Hiç umduğum gibi olmadı soruşturmanın gidişatı ama bu kadın Başkomiser pek bir cevval, vazgeçmiyor. Bir uçan bir de kaçan kurtulur bu kadından. Ben ara ara bu Aylin Başkomiser’in yanına geleyim, onunla dolaşmak eğlenceli. Ama uzun zamandır Bağdat Caddesi’ne gitmedim, acayip özledim. Hava da mis gibi tam cadde havası.

Oh! Bayılıyorum gerçekten caddede yürümeye. İstanbul bir yana cadde diğer yana. Hele o denize inen sokakları yok mu? Aaa, kim ayol bu koştur koştur yürüyen? Var yine bir olay, garanti. Düş peşine kızım.

Adam bir apartmana girdi, ben de peşindeyim tabii. Meğer gittiği kardeşinin avukatlık ofisiymiş. Kapıyı sekreter kız açar açmaz “Ben galiba birini öldürdüm!” deyip yığılıverdi olduğu yere. Kalp krizi geçirdi bahtsız adam. Hemen hastaneye götürdüler, şimdi yoğun bakımda. Kardeşi de hemen polise haber verdi. Abisinin isteği de bu yöndeydi zaten. Adamcağızın evinde bir şey yok ki! Arabası da yok ki birine çarptı da kaçtı desem. Asıl sürpriz avukat kardeşin evinden çıktı. Öldürdüğünü söylediği şahsın cesedi salonda sehpanın üzerinde yatıyor. Bak sen şu işe! Ama evin sahibi ölü bulunan adamı tanımıyor, eşi de keza öyle. Polis araştırma yapıyor şu anda. Ben polisle takılıyorum çünkü daha heyecanlı. Öldürülen genç oldukça yakışıklı ve haddinden fazla çapkın çıktı. Kesin bir aşk cinayeti. Acaba avukatın karısıyla bir aşna fişne durumu mu var? Ama kadın şehir dışındaymış, tutmadı tahminim bu defa.

Polis öldürülen şahsın sürekli girip çıktığı bir sanat galerisine gidiyor. Biliyorum burayı, önünden defalarca geçtim aslında ama hiç içeri girmemiştim. İnsan caddede sanat galerisi mi gezer Allah aşkına? İki hoş kadın ortak açmışlar galeriyi. Hatta aramızda kalsın birinin de sevgilisiymiş ölen genç. Kadınların ikisi de evli. Hah bir şüphelim daha oldu şu anda ama polise sesimi duyuramıyorum ki! Görünmez olmak yormaya başladı beni. Olsun, duymasa da aynı ip ucunu yakaladığını gördüğüme göre biraz caddenin akışına kendimi bırakabilirim. The Townhose’da bir kadeh bir şey içsem kim görecek beni?

Garsonun geri almak üzere bıraktığı tepsiden bir kadeh yürüttüm, kimse fark etmedi. Tek sorun oturduğum yerler boş göründüğünden sürekli üzerime birileri oturdu, yer değiştirip durdum. Onun dışında fena değildi. Saat de geç oldu. Hafif esinti var. Azıcık yürüyeyim. Nasılsa sıkılınca başka yere giderim.

Kentsel dönüşümden nasibini alan lüks apartmanların birinin önündeyim. Bilin bakalım ne var? Bildiniz polis ekipleri. Neden bir düğüne ya da eğlenceye rastlamıyorum? Neden hep bir olay, bir cinayet? Var bunda da bir hikmet ama dur bakalım.

Çok acı bir manzara; anne ve baba evlerinde öldürülmüş. Allahtan bebekleri yaşıyor. Kadının ablası geldi şimdi feryat figan. Kadının dediğine göre ölen adamın üvey abisi onları öldürmüş çünkü kötü biriymiş. Ama üvey abisi cinayet saatinde evde olduğuna dair şahit göstermiş, gerçi bozacının şahidi şıracı durumu biraz ama nasılsa varsa bir bit yeniği, polisler bulur. Öldürülen adamı telefonla tehdit eden bir adamı buldular şimdi. Adam para karşılığı tehdit telefonu etmiş. Bilin bakalım kim yaptırmış? Bingo! Üvey abi. Polisler şimdi abiyi göz altına almaya gidiyorlar. Gelen bir haberle polislerde bir hareket oldu. Şöyle ki; Ölen adam yurt dışından değerli bir mücevher alıp bir kadına hediye etmiş. Asıl şaşırtıcı olan ise o kadın da üç gündür kayıpmış. Bir yasak aşk durumu söz konusu galiba. Kadının telefon görüşmelerini incelediler az önce. Kadının kocası hediyeyi öğrenmiş. Kendisine soramıyorlar çünkü kocası da kayıp. İşin ucu bambaşka yerlere doğru gidiyor ama dur bakalım, hayırlısı. Kayıp kocanın kardeşi ile görüşüyorlar. Sanırım bir ip ucu yakaladılar. Ama ben daha fazla cesetle karşılaşmak istemiyorum. Aklım da ölen çiftin bebeğinde kaldı. Nasıl ağlıyordu yavrucak…

Pierre Loti. Uzun zamandır gelmemiştim. Ne kadar bu halde kalacağım bilmiyorum. Bu nedenle çok sevdiğim yerlerde dolaşacağım. Cenaze var. Elleri kelepçeli bir adam, yanında polislerle. Anlattıklarına kulak misafiri oluyorum.

Bir fabrikada çalışıyormuş. Bir kıza aşık olmuş. Kıza aşkını söylemiş ama kötü talihe bakın ki kızın aynı hafta sonu nişanı varmış. Abisinin arkadaşıyla nişanlanacak olan kızın cenazesiymiş işte bu cenaze de. Önce intihar ettiği, kendini astığı düşünülmüş. Yapılan incelemeler sonucunda kızın öldürüldüğü ortaya çıkınca elleri kelepçeli adam, kızın abisinden bir araba dayak yemiş. Ama sonradan suçsuzluğu ortaya çıkmış. “Ee? Neden kelepçeli o halde?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çünkü adamın aşık olduğu kızın da sakladığı sırlar, açmak istediği gerçekler ve bunların olumsuz sonuçları olmuş. Ah yazık oldu gencecik kıza. Bir biraya nasıl ihtiyacım var şu anda. İstiklal’de o kargaşada muhakkak bir bardağı yürütürüm.

Her zamanki gibi ana baba günü İstiklal. Aslında havanın soğuk olabileceğini biliyorum ama hissetmiyorum, üşümüyorum. Hep yapmak istediğim ama utancımdan yapamadığım şeyi yapıyorum; İstiklal Caddesi’nde dans ediyorum. Aslında neden utandım, hiç bilmiyorum. Dansın utanılacak neyi var ki?

Bir mekanı gözüme kestirdim. Oldukça kalabalık, masalar içki kadehleriyle dolu. Birini alsam kimse fark etmez. Dışı buğulanmış bir bira bardağını elime geçirip bir köşeye sindim, insanları izleyip yudumluyorum. Bir adam var yan masada, bir şeyler mırıldanıyor. Sarhoş sanırım. Yalnız başına oturmuş boş tekila bardaklarıyla konuşuyor. Karşısına geçtim, görmüyor beni. Keza görünür de olsam burnunun ucunu görecek halde değil. Ama anlattıkları ilgi çekici.

Bir kadından bahsediyor. Oldukça tutulmuş belli ki. Kadınla birlikte bir gece geçirmiş ama kadın öyle sarhoşmuş ki adamın evine nasıl geldiğini bile hatırlamamış sabahında. Tercihini evden gitmek yönünde kullanmış. Ama sanırım kadının başına bir bela getirdi bu adam, deli deli konuşuyor çünkü. Hemen Beyoğlu İlçe Emniyeti’ne gitmeliyim. İyi de kimsenin görmediği beni nasıl duyacaklar, nasıl?

Sanırım strese girdiğimde zihnim beni bulunduğum yerden uzaklaştırıyor. Büyükada burası. Aya Yorgi yokuşunun başındayım. Bir kız yürüyor önümden köpeğiyle. Yavaş adımlarla iniyorlar yokuşu. Elindeki bastondan anladığım kadarıyla görme engelli. Köpek beni hissediyor ve hırlıyor. Kızla birlikte ben de yürüyorum ardı sıra. Köpek bir anda kızı bırakıp ormanlık alana giriyor. Kız panikliyor ama köpek “buraya gel” dercesine sesleniyor. Merakıma yenik düşüyor ve ben de gidiyorum. Kilisenin papazı olduğunu öğreniyorum gelen polislerden. Cebinde bir intihar mektubu bulunuyor ama papazın söylemleriyle not aslında pek de birbirini tutmuyor. Son zamanlarda intihar eden üçüncü papaz olması ve hepsinin cebinden aynı intihar notunun çıkması bunun bağıra bağıra intihar olmadığını söylüyor. Görme duyusu olmayan insanların diğer duyularının gelişmiş olduğunu söylerler ya, işte bu kızımız da bunun ispatı oluyor. Onun verdiği ip ucu sayesinde eminim bu davayı çözecekler. Köpeğin de başını okşadım, Çiko’ymuş adı. Sen hep bu kıza destek ol e mi Çiko?

Kendimi kötü hissetmeye başlıyorum. Sanki dünya ayağımın altından çekiliyor gibi. Etraf kararmaya, başım dönmeye başlıyor. Sanırım gitme zamanım geldi. Ama nedense korkmuyorum.

Ter içinde uyandığımda derin bir oh çekmedim desem yalan olur. Tamam görünmezlik felan iyi hoş da insanlarla etkileşime girememek gerçekten berbat bir his. Yanı başımdaki bardağımdan koca bir yudum su içtim. Uyumadan önce son sayfasını kapadığım Dark Dedektif Suç Öyküleri kitabım halen elimde duruyor. Gülümsedim ve rüyamda gördüklerimi yazmak için bilgisayarımı kucağıma aldım. Heyecanlı bir macera olacak. Hazırsak başlıyorum…

 

ZAMANLAMA

“Hayat zamanlamadan ibarettir, Serhat.”

Polis, aracın kapısını açtı ve şoför koltuğuna kuruldu. Sigarasının son dumanını ortağının sevmedigi biçimde aracın içine üfledi. Ortağı çamurlu ayakkabılarını, birkaç defa yere vurduktan sonra araca bindi. Dumanın kokusu daha kapı eşiğindeyken burnuna yaktı.

“Mehmet sen, şu zıkkımın son fırtını yine mi içeri üfledin?”

“Hayat zamanlamadan ibarettir diyorum sana Serhat.”

“Ya arkadaş çalıştır şu arabayı da yolda ne bok yiyorsan ye, ne söylüyorsan söyle. Yemin ederim Kubilay Komiser yukarıdan bizi kesiyor sanki.”

Kafasını kaldırdı. Karakolun en üstteki katına doğru baktı. Gergin bir şekilde direksiyon başındaki ortağına döndü.

“Yemin ederim bize bakıyordu lan. Sür sür… Bu da iyice bize taktı ha… Neymiş efendim, bizim devriyemizde kimse paket olmuyormuş da… Aksama kadar lak lak yapıyormusuz da, falan da filan da… Ne yapayım, milleti suça mı teşvik edeyim?”

Mehmet aracın vitesini yükselterek devriye alanına giriş yaptı. Adana/Denizli polis karakolunun devriye alanı beş kilometrekarelik bir genişliğe sahipti. Sabah yedi akşam yedi ve akşam yedi sabah yedi olmak üzere iki devriye aracı sürekli bu alanda turlardı. Bahcelievler, Yeşilevler ve Denizli mahallesine bakan karakol, genelde tren hattı çevresindeki vukuatlarla uğraşırdı.

“Ne diyordun lan sen? Zamanlama filan… Sen gene belgesel filan mı izledin?”

“Yok ortak. Dün yatarken düşündüm. Bütün hayatın zamanlamadan ibaret olduğunu fark ettin mi? Yani doğum-ölüm, zenginlik-fakirlik, hastalık-sağlık, düşünebileceğin her şey zamanlamadan ibaret.”

“Valla ben sana bir sey söyleyeyim mi, gözünü iyi aç da bugün karakola paketlenmiş birini götürelim. Yoksa o zamanlama bizim için pek de iyi işlememiş olacak.”

***

Can, elindeki telefonu açtı, internet bağlantısına tıkladı. Önce Google’a girip görsellere baktı, başladı, sonra arama sekmesinde alışverişe girdi. Iphone 11’e ait fiyat listesi bir anda gözünün önüne serilince, ağzından “si*tir..” kelimesi usulca çıktı. Yavaş yavaş listenin altına bakmaya devam etti.

Önce sırtını verdiği duvar sarsılmaya başladı. Demiryollarının yaptırmış olduğu bu iki metrelik duvarlar, adeta Berlin Duvarı gibi Denizli ve Sakarya mahallelerini birbirinden ayırıyor, tren hattı güzergahındaki olası kazaları en aza indiriyordu. Sonrasında ise tren rayları zangırdamaya başladı. Can trenin geldiğini görünce kapüşonunu iyice kafasına geçirdi. Trenin çıkardığı önce ugultuya, makinistin kornasına sağlam bir “siktir..” daha çekti.

“Nerde kaldın Kaplan?” diye geçirdi içinden. Üşümüştü. “Hadi ya, karanlık da iyice çöktü.”

Telefonuna baktı tekrar. Youtube uygulamasına tıkladı. Iphone 11 inceleme videolarından birini açıp izlemeye başladı. İzlemesi yirmi dakika sürdü. Videoyu çeken çocuk, garip tepkiler gösterip, saçma sapan hareketler ile tanıtım yapıyordu.

Birden yukarıdan bir çanta düştü. Önce kafasına, sonra eline çarptı. Telefonu elinden kaydı, kırık olan cam iyice tuzla buz oldu.

“Be geri zekalı, o çanta öylemi atılır?”

Kaplan duvardan atlamak üzere hamle yapıyordu ki kafasını tutarak söylenen Can’ı gördü.

“Oğlum ruh hastası mısın sen? Gelmeden önce bir haber versene. Kafama geldi lan çanta, telefonu da düşürdüm.”

“Yemişim telefonunu, telefonun tillahını alacağız biz sana. Çekil şuradan da aşağıya atlayayım.”

***

Mehmet, dönerinin kalan son parçasını yedikten sonra ortağına döndü.

“Ortak bak, saatlerdir gömüldün şu telefona. Kripto mudur nedir bilmiyorum ama, işin zamanlama kısmını çözersen aslında ne para ne de mutluluk sıkıntın kalacak.”

“Ya Mehmet… Allah rızası için, sabahtan beri ne dediğin anlaşılmıyor. Nasıl bir ruh halindesin sen ya? Zamanlama diye bir şey yok. Biz varız ve bizim hür irademiz var. Senin polis olman zamanlama mı? Hayır…Benim polis olmam ve Adana’da yaşamam, zamanlama mı? Hayır…İkimizin de iki çocuk sahibi olması, benim kumar ve kolay para hastalığım ya da senin sabahtan akşama karı kız peşinde olman, darbeli matkap gibi herkese yüklenmen… Bunların hepsi zamanlama mı? Hayır…”

“Oğlum bak, olaya saçma sapan bir açıdan bakma…Bak, Kennedy’nin öldürülmesi tamamen bir zamanlamadır. Dünyanın en güçlü ordusuna, polisine ve istihabaratına sahip Amerika’nın başkanı nasıl öldürüldü? Tamamen tetikçinin kolladığı iyi bir açı ve ona bu iyi açıyı sunan zamanlama ile oldu. Milli piyango bileti ile milyonları kaldıran şanslılar, tamamen zamanlamanın onlara verdigi telkin ile ilerlediler ve bir anda muhteşem bir servete eriştiler. Gecen yıl şampiyonluğu bir gol averajı ile kaybeden Galatasaray, Beşiktaş’ın yakaladığı bol gollü bir maçın mağduru oldu. Beşiktaş iyi bir zamanlama ve bu zamanlamanın onlara sunduğu fırsatla kupaya erişti. Düşünsene, futbolda golü de, ofsaytı da ne belirler?”

“Hakem mi?”

“Yok oğlum yok, tamamen zamanlama. Düşünsene, pozisyonunu bir saniye önce ya da sonra alırsan ofsayta düşüyor ya da düşmeden golünü atabiliyorsun. Bu neyin sonucu? Zamanlamanın.”

“Üffffff… Konu nereye geliyor, anlamadım ki…”

“Zamanlama hayatımızda. Onu bence ehlileştirmeli, kendimiz için kullanabilmeliyiz.”

Telefonunun ekranına bakan Serhat birden yüksek sesle bağırdı. “Ya bi s*ktir git ya…”

“Oğlum, ben felaket sıkıştım. Etraf karanlık iken şuraya işeyeyim…”

“Al su ıslak mendili, yemin ederim devriye bitene kadar o direksiyona asla elimi sürmem.”

Mehmet, Serhat’ın alaycı bakışlarına aldırmadan araçtan çıktı, duvara doğru döndü, fermuarını indirdi.

***

Can çantayı açtıktan sonra kafasındaki acıyı unuttu. Hızlı bir şekilde Kaplan’ın boğazına sarıldı. Dişlerini sıkıyor, garip bir sinir hali ile söyleniyordu.

“Ulan sen bizi iyiden iyiye miktirecen herhalde…Saatlerdir seni burada bekliyorum. Geldin…Geldin belan ile mi geldin? Hani lan biz sadece bir kaç tane hap taşıyacaktık? Ulan burada esrarı da, eroini de, silahı da var.”

“Lan bırak beni…Keyfimden mi bekledim ben? Adamın karıyla işini bitirmesini bekledik. Hem senin o peşinde olduğun Şule var ya… Bence sen artık eskisi gibi ona sarma… Ayrıca adam verdi elime baba teker teker listeleri… Bir bir bu malları dağıtacağız. Yoksa sen Iphone 11’i, ben de Yamaha mobileti unutuyorum.”

“Allah’ım ya, ben nasıl bir belanın içine düştüm böyle?..”

“Çok konuşma da şunu atalım duvarın ötesine, daha çok işimiz var.”

Kaplan hızlı bir hamle ile çantayı duvarın diğer tarafına attı. Kısa boylu olduğu için gerildi ve çabuk bir hamle ile çantanın olduğu yere doğru sıçradı. Duvarın diğer tarafına adımını attığı anda kaydı ve yere düştü. Can, Kaplan’ın sesini duyar duymaz hızlı hızlı duvara tırmandı. Arkadaşının aşağıda olduğunu görünce ani bir refleks ve heyecanla onun yanına atladı. Kaplan’ın ayak bileğine uzandığı anda, boynuna uzanan silahın soğukluğunu hissetti. Yavaşça başını cevirdi ve fermuarı açık bir vaziyette kendisine gülümseyen polisi gördü.

Mehmet iki liseliye kelepçeleri takarken, Serhat çantanın içindekilere göz atıyordu.

Mehmet, “Zamanlama ortak, zamanlama…” dedi.

Serhat ona tiksinerek baktı. “Ortak, fermuarın açık…Bir de sanırım üstüne işemişsin.”

Altın Balık

Kaçımız bir bilgisayar oyunu başında saatlerimizi hatta günlerimizi geçirmemişizdir? Ya da hangimiz, ‘oğlum kalk artık o bilgisayarın başından,’ diye bağırmamışızdır? Peki ya oynadığınız oyunda bastığınız tek bir tuşla yaşadığınız şehri cehenneme çeviren bir bombayı patlatmak…  Çok mu abartılı geldi? Haklısınız, hayatımıza sınırsızca soktuğumuz, en özel alanlarımızda bile yanımızdan ayırmadığımız kameralı, mikrofonlu, konum algılayabilen akıllı cihazlarımızın bizleri kapısından içeri soktuğu sanal dünya hakkında hiçbir şey bilmiyoruz.

Genç yazar Onur Okan, Altın Balık kitabında bizleri her an içinde olduğumuz ama aslında hiç bilmediğimiz bu siber dünyaya taşıyor. 2020 yılında, Portakal Kitap etiketiyle okuyucuya sunulan Altın Balık, bir nefeste okuyacağınız fantastik macera türü bir polisiye roman.

Onur Okan kitap projesine başlarken bir süper kahraman yazmak istemiş.  Ancak ülkemizin deri tayt giyen bir kahramana hazır olmadığını öngörerek, kalemiyle daha bizden bir karakter olan Samet’i şekillendirmiş.

Her süper kahraman gibi Samet’in de özel bir gücü var elbette: Psikometri. Halk arasında medyumluk olarak tanımlanan bir durum bu Psikometri. Dokunduğu yerlerdeki yaşanmışlıkların izleri Samet’in beyninde üç boyutlu görüntüler olarak canlanıyor.  Her temas bir iz bırakır diyorlar  ya, Altın Balık’ımız işte bu izleri okuyabiliyor.

Fazla mı fantastik geldi?

Aslında değil. Samet küçük yaşta geçirdiği travmalar sonrası bu yeteneğin sahibi olmuş.  Beyin kimyasının, yaşanılan olaylar sonrasında değişebildiği bilimsel olarak kabul gören bir durum. Ve sadece %10’unu kullanabildiğimiz beynimizin bu oran %11’e çıkınca bizlere neler yaptırabileceğini ise hiçbir bilim insanı henüz çözebilmiş değil.

Hikâyemizde, koca bir okyanusun içinde tek bir Altın Balık olan Samet, saklı gizli bir hayat yaşamayı tercih etmiş. Süper gücü, Samet için bir lanet olmuş. O da bilgisayarının başında bir dünya kurmuş kendine.

Bir balıkçı olduğunu düşün… Böyle bir balığın olsaydı ne yapardın?

Bu düşündüren sözlerle başlıyor kitabımız. Ve süper kahramanımız tecrit edilmiş hayatını, var olmayan ülkesinin kaptan Hook’u olarak sessizce yaşamaya devam ederken şehrin göbeğinde bir bomba patlıyor.

Neye inanıyorsunuz?

Bir sabah ansızın yüzlerce insanın yaşamını alan bombacı milyonların izlediği bir canlı yayında bu soruyu soruyor ve ikinci bombayı bulabilecek kişinin ipuçlarını veriyor. Kötü adamlar çoktan Samet’in peşine düşmüşlerken, artık polis de Kaptan Hook’u aramaya başlıyor ve Altın Balık’ımız tek korunağı olan evinden ayrılmak zorunda kalıyor.

Altın Balık farklı konusu, oturmuş karakterleri, abartısız ve sıkmayan anlatımı, tertemiz yazım dili ile okurken zevk aldıran bir roman. Yazarın kendinden emin karakteri ve güçlü kişiliği okuduğumuz her sayfada kendini gösteriyor. Hikâye hiç durmaksızın ve hep merak uyandıran bir tempoda ilerliyor. Bununla birlikte tek kelimeyi bile atlamadan, dahası her sözcüğü gerçekten sindirerek okumak ihtiyacı uyandırıyor okuyucuda.

Onur Okan, bize kapılarını araladığı siber dünyada yapılabilecekler hakkında ipuçları veriyor. Bunu, gerçekten yaşanmış bir olay olan SGK ilaç dolandırıcılığına bağlıyor. Olayın sadece maddi kayıplara sebep olmadığını, yaşamak için ihtiyaçları olan ilaçlara ulaşamayan hastaların trajik hikâyeleriyle birlikte başarıyla anlatıyor.

Ben, burnu havada siber polisimizi ve gözü hep kaçmakta olan süper kahramanımızı çok sevdim. Umarım yeni maceralarda buluşuruz diyeceğim, bir Derin Gezmiş klişesi olacak. Seri kitapları severim.

Kalemine, emeğine sağlık Onur Okan.

Sherlock

Bir Kuşağın Sherlock Algısını Değiştiren Dizi

“Sherlock Holmes, taksiye el kaldırdı. İngiltere’nin yağmurlu sabahında taksi bulması büyük bir şanstı. Cep telefonunun mesaj kutusuna düşen adresi taksi şoförüne söylerken, hareket etmeye başlamış olan taksinin camına vuruldu. Watson elindeki laptopu heyecanla sallıyor, bloğuna gelen bir mesajı Sherlock’ a göstermeye çalışıyordu…”

Böyle başlayan bir Sherlock romanı ne kadar ilginç gelirdi değil mi? Gülerdik belki de. Ama bunları bir dizi olarak izlemek hiç de garip gelmedi. BBC’nin 2010 yılında başlayan ve 2017 yılında, 4. Sezonuyla sezon finali yaptığını açıklayan ancak 5. Sezonu gelmeyen Sherlock dizisinden bahsediyorum.

Sherlock, Mark Gatiss tarafından televizyon için geliştirilen, efsanenin yazarı Sir Arthur Conan Doyle‘ın romanına dayalı dizi bir görsel ziyafetti. Steven Moffat ismine “Coupling” dizisi ile duyduğum hayranlık, Sherlock’un senaryosunun altındaki imzasını görmemle bir kere daha arttı. En azı 90 dakikalık bölümler film tadında olduğundan sezon aralarının uzunluğu kabul edilebilir bir durumdu. Ama beşinci sezon için göz kırpan onlarca açıklamanın sonucunu göremedik. “Çekimlere başlayabiliriz” açıklamaları birbirini kovalarken her oyuncu yeni dizilerin ya da filmlerin çekimlerine başladı ama aynı yörüngede dizilemeyen gezegenler gibi bir türlü Sherlock çekimlerinde buluşamadılar.

SHERLOCK Dizisini Bu Kadar Yolu Gözlenir Yapan Neydi?

Alışılagelmiş Sherlock uyarlamalarından farkı, dizinin 2000’lerde geçiyor olmasıydı elbette. Yani Sherlock İngiltere sokaklarında gezerken rastlayacağınızı düşündüğünüz bir karaktere bürünüyordu dizide. Yine keman çalıyor, koltuğunda geriye yaslanarak yine piposunu tüttürüyor, siyah paltosunun eteklerini savurarak, elleri arkasında bağlı gezmekten de geri durmuyor ve zihninin derinliklerinde gezebilmek için bağımlılığını yine bizlere gösteriyordu. O meşhur şapkasıyla tanınıyordu yine.

Sherlock 3

Başrol oyuncusu Benedict Cumberbatch‘ ı, ilk bakışta bu nasıl Sherlock diye yadırgadığımı itiraf edebilirim. Kıvırcık saçları ile öyle toy bir görünüşü vardı ki romanlarda zihnimde canlanan ya da önceki dizilerde bize sunulan Sherlock’a hiç uyduramamıştım. Ancak bölümler ilerledikçe fark ettim ki rolle bütünleşmiş, Robert Downey Jr., Matthew Frewer, Jeremy Brett gibi usta isimlerin yerine, artık zihnimdeki tek Sherlock; Benedict Cumberbatch olmayı başarabilmişti.

Sherlock 4

Sherlock‘un dostu, yardımcısı, maceralarının yazarı Dr. John Watson‘ı canlandıran Martin Freeman için ise söyleyebileceğim tek şey; bu rol için biçilmiş kaftan olduğudur. Jude Law gibi bir rakibe karşın benim için tek geçilecek Watson; Martin Freeman’dır. Mimikleri ile harikalar yaratan oyuncunun o şaşkın, yer yer muzip ifadeleri, ünlü dedektifimizin tipik çıkarımları karşısında ağzı açık kalışı, kendince Sherlock‘a karşı dik durma çabaları diziye yadsınamaz bir tat katıyor.

221B Baker Street adresine sadakatte kusur yok, ancak hani şu antikalarla süslü, geniş merdivenli, kadife perdeli ev ortamı hayalinize bir ara verin. Çünkü mutsuz anlarında kendini attığı eski kanepesi, Watson’la karşılıklı oturup mütalaa yaptıkları koltuklar haricinde pek de bir ayrıntı yok bu adreste. Elbette ki 221B’nin en önemli öğesi Bayan Hudson tüm meraklılığı ve ince zekasıyla karşınızda olmaya devam ediyor.

Sherlock 5

Dizi de en beğendiğim detaylardan ilki; Sherlock tespitler yaparken yanda beliren yazılar, ağır çekimde beliren düşünsel görüntüler, teknolojik nimetlerin yansımaları ki bu geçişler diziyi bambaşka bir boyuta taşıyor. İngiliz aksanı diziye sanki ayrı bir kalite ekliyor. Diğer bir detay, günümüze uyarlama sayesinde hani şu İngiltere ile özleştirdiğimiz; siyah taksiler, kırmızı iki katlı otobüsler sahnelerde sağımızdan solumuzdan akıp giderken bir Londra gezisi yapıyormuşuz hissi. Sigaranın yerini alan nikotin bandı, GPS, Watson’un maceraları bir blogda yazıyor olması, Irene Adler ile olan cep telefonunda mesajlaşma detayları ise sanki Sherlock’ ta hep bunlar vardı diye düşündürecek kadar doğal. Adler demişken, bakalım Lara Pulver sizi de bu roldeki performansı ile benim kadar etkileyebilecek mi?

Son olarak ezeli düşman James Moriarty, şimdiye kadar gelmiş geçmiş en genç Moriarty olmalı. Ancak Moffat, size öyle güzel bir sunum yapıyor ki bu kadar genç Sherlock için böyle bir rakip yeğdir dedirtiyor.

Sherlock 6

 

Modern Efsane Geri Dönecek mi?

Dizi yayınlandığı dönemde öyle yoğun bir ilgiyle karşılandı ki beklentiler arşa ulaştı. Her bölümün ardından hem beğeni hem yergi mesajları gelmeye başladı. Üst düzey bir işin istikrarlı bir kaliteyi sunmasından bile rahatsız olan kitle hep daha fazlasını talep etti. Son sezonun aldığı hak etmediğinden ağır eleştiriler oyuncular üzerinde olumsuz bir etki oluşturdu. Özellikle Martin Freeman diziyi çekmenin eskisi kadar eğlenceli olmadığını dile getirdiği röportajlar verdi. Kendini Dr. Strange olarak Marvel alemine transfer eden Benedict Cumberbatch “Yeniden Sherlock oynamadan ölmek istemem,” diyerek yeni sezona göz kırpmış olsa da geçen beş yıl seyircinin umudunu kırıyor.

Telefonu dizinin Hans Zimmer tarafından bestelenen giriş müziği ile çalan biri olarak keşke dizi hafızamı sildirebilsem diyorum. Henüz bu diziyi izlemeyenler varsa çok şanslılar. Çünkü başladıkları anda bırakamayacakları bir macera onları bekliyor.

Sherlock 7

Yılın Polisiye Dergisi: Dedektif Dergi

0

Dedektif  Dergi 2021 yılının polisiye dergisi seçildi

 

Yılın Polisiye Dergisi: Dedektif Dergi 8

Türkiye’nin polisiye dergisi Dedektif Dergi, Türkiye Dergiler Birliği’nce verilen yılın polisiye dergisi ödülünü kazandı.

Her yıl değişik dallarda verilen ödül, 2021 yılı için de farklı  kategorilerde dağıtıldı. Polisiye Dergi kategorisinde Dedektif Dergi, yılın polisiye dergisi ödülüne layık görüldü.

2021 yılı başında Türkiye Dergiler Birliği tarafından bir dergi izleme komisyonu oluşturuldu. Komisyon yıl boyunca dergileri takip etti. Daha sonra bir seçici kurul, izlenen bu dergiler arasından yılın dergilerini seçti.

Dergi çalışmalarına emek verenleri manevi olarak motive etmek ve verilen emeği takdir etmek amacıyla oluşturulan Türkiye Dergiler Birliği Yılın Dergisi Ödülleri önümüzdeki günlerde düzenlenecek Dergi Fuarı’nda sahiplerini bulacak.

Polisiyemize değerli katkılar yapan Dedektif Dergi’yi kutlar, daha nice ödüller dileriz.

Yansımalar

Gözlerimi açtığımda ıslak bir kaldırımın kenarında yattığımı fark ettim. Üşümüşüm. Gece aydınlanmaya yüz tutmuş, sabahın sisi sokağın iki yanındaki taş binaların arasında süzülüyordu. Doğrulmaya çalıştım, olmadı. Her tarafım tutulmuş. Dirseğimi koyup vücudumun en azından bir kısmını taşın ısırgan soğukluğundan korumaya çalıştım. O zaman fark ettim karşı kaldırımdaki adamı. O da benim gibi doğrulmaya çalışıyordu. Karşılıklı, soğuktan ürperdik. Uzamış saçları birbirine dolanmıştı. Sakallarına yapışmış yiyecek kalıntıları bu mesafeden seçilebiliyordu. Vücudunun pis kokusunu almama yoğun sis bile engel olamıyordu. Yıpranmış bir paltonun içine sığıştırmaya çalıştığı vücudu iri sayılırdı. Göbeğinin hizasından sıcak tutsun diye kazağının içine sokuşturduğu gazete parçaları dışarı çıkmıştı. Rahatsız ederim diye bakışlarımı kaçırdım.

Eski tip evlerin yan yana dizildiği bir yokuşun dibindeydim. Acaba yuvarlanmış mıydım? Vücudumun bazı yerleri ağrıyordu. Özellikle sol dirseğim ve dizim sızlıyordu, bir de kafamın arka tarafı. Elimi gezdirdiğimde pıhtılaşmış kan parçalarının saçlarıma yapıştığını fark ettim. Yuvarlanırken mi çarpmıştım kafamı, yoksa birisi vurmuştu kafama da öyle mi yuvarlanmıştım emin olamadım.

Zorlukla doğrulup sırtımı duvara verdim. Kafamı kaldırdığımda karşımdaki adamın da aynı şekilde oturduğunu gördüm. O da aynı merakla bana bakıyordu. İnsan bu hâle düşecek neler yaşamış olabilirdi ki? Belki alkole belki de uyuşturucuya esir etmişti bedenini. Mutlaka öyle olmalıydı. Dışarıdan bakıldığında hiçbir uzvunda eksiklik görülemiyordu. Aynı yaşlardayız diye tahmin yürüttüm. Biraz temizlenip süslense yakışıklı bile sayılabilirdi. Bakışlarında korkmuş bir hayvanın vahşi tedirginliği olmasa güzeldi koyu kahverengi gözleri. Göz göze geldik bir anlığına. Tedirgin olup kaçırdım bakışlarımı.

Sırtımı yasladığım yerin bir duvar değil de mağaza vitrini olduğunu fark ettim. Sokak boyu mağazalar diziliydi, üst katlarında ise perdelerinden anladığım kadarıyla insanlar oturuyordu. Aydınlanmaya başlayan hava, sisi de dağıtmaya başlamıştı. Sokak kapılarından tek tük insanlar çıkmaya başlamış, aceleci adımlarla yokuş yukarı ana caddeye doğru tırmanıyorlardı.

Hava aydınlandıkça fark ettim ki karşımdaki adam da bir mağaza camına yaslanmıştı. Uzayıp giden karşılıklı yansımalardan bir sürü biz olmuştu. Gerçi hâlâ hangisi benim, hangisi o ayırt edilemiyordu. Sızlayan enseme gitti elim, saçıma yapışan kanların bir kısmını daha koparttım. Baktım onun da eli ensesindeydi. Birbirlerine bakıp karşılıklı esneyen insanlara benzemiştik. Güldüm. O da güldü. Sokakta yaşasa da gülmeyi unutmamış diye geçirdim içimden.

Dün geceyi hatırlamaya çalıştım. En son hatırladığım, içiyorduk. Nerede, kimlerle içiyorduk hatırlayamadım. Yoksa yalnız mı içiyordum? Niye yalnız içeyim ki? Bu sokağa girdiğimi hatırlıyorum. Evet, şu sokağın başındaki lambaya yaslanmıştım. Çok çişimin geldiğini hatırlıyorum ama eve kadar dayanırım, demiş olmalıyım. Şimdi burnuma kesif bir sidik kokusu geldi. Mutlaka şu karşıdaki pis heriften geliyordur, diye iğrenerek kafamı kaldırdım ama içimdeki şüpheyi ortadan kaldırmak için bir elimle de bacak aramı kontrol etmeyi ihmal etmedim. Onun da burnuna aynı koku gelmiş olacak ki o da bacak arasını kontrol ediyordu. “Ne bana bakıyorsun be! Sen dururken benden mi gelecek koku?” Elime gelen ıslaklık kendi cümlemi ağzıma tıktı. Yok artık, gerçekten koku benden geliyordu. Bilinçsizce elimi burnuma götürdüm. Nemli elimin yaydığı koku midemi kaldırdı. Yüzümü buruşturdum. Baktım o da yüzünü buruşturmuş bana bakıyor. “Sen kendi kokuna bak önce!” Sinirlenmiştim. Ulan o kadar içilir mi? Sokakta yatan herifin bile aşağısı olduk. Tam o sırada kızgın tavırlarla aşağı doğru koşar adım gelen adamı gördüm. Karşımdaki adama doğru küfürler savuruyordu. Gelişinden belliydi bir fenalık yapacağı. Her ne kadar ben de kızsam da karşıdakine, “Umarım bir şey yapmaz,” diye geçirdim içimden. Yansımalardan, bir film gibi izliyordum olan biteni. “Ben sana demedim mi bu dükkânın önünde yatmayacaksın diye!” Hızını hiç kesmeden karşıdaki adamın sol yanına olanca gücüyle bir tekme savurdu. Çektiği acıyı sağ yanımda hissettim. Dükkân sahibi uçuşan küfürler arasında tekmeler atıyordu. Yansımalar birbirine karışıyordu. En son yerden bulduğu bir sopayla kafasına vurdu. Gözlerim kararırken önce karşıdaki adamın sonra da aramızdan geçen arabanın camından bana bakan çocuğun gözlerindeki korkuydu gördüğüm.