Ellerim kan içinde, yüreğim soğuk. Ne oldu bilmiyorum. Ardımızdan bizi deryaya sürükleyen bu fırtına kim olduğumuzu çaldı. Ne ben ne kimse bilmiyor nerede olduğumuzu, nereye gittiğimizi, nereye varacağımızı…
Bir sabah uyandığımızda kapı çalındı. Anam, kızlarım, karım korkuyla uyandılar. Yastığımın altında bir süredir yatan silahımı belime koyup kapıya yöneldim. Cihan savaşının içimize işlediği korku silahımızı yakında tutmayı öğretmişti. Bir de çalınan her kapının kötü bir haberin güvercini olduğunu.
Kapıyı açtığımda komşumu gördüm karşımda. Korku ve telaş doluydu gözleri. Çabuk diyordu. Toplayabileceğiniz ne varsa bir an önce toplayın. Sabaha gelip sürecekler bizi buradan.
“Nereye?” diye sorabildim.
“Memlekete” dedi.
Memleket mi? Benim memleketim burası. Babam bile burada doğmuşken ben başka bir yere nasıl memleketim diyebilirim. Çocukluğum, gençliğim… Bana dair ne varsa benim memleketim burası.
Şaşkın tavırlarla eşiğin kenarında korkuyla bekleyen karıma dönüp “eşyaları toparla” diyebildim.
Yazın sıcağında serinlediğimiz ırmağımız düştü aklıma. Yüzmeyi öğrendiğimiz, ilk sigaramızı içtiğimiz, hatta karımı ilk gördüğüm, gönüllere güzellik, bedene dondurucu soğukluk yayan ırmağımız.
Silahımın kabzasını sıktım. İsyan etsem dedim. Üç beşine sıkarım en azından. Korkuyla birbirine sarılan kızlarımı gördüm. Sıksam ne olacak ki? Sürecekler hepimizi. Biz dağlara çıksak da geride kalanları vapurlara bindirecekler, vatan denilen bilinmeze doğru. Ben uğruna çarpışırken gerçek memleketimizde ne yapacaklar iki kadın iki sabiyle.
İçeri girdiğimde yüreklerine inen korkuyu, analarının tembihiyle çarşafların içine doldurdukları giysilere düğümleyen kızlarımı gördüm. Anam namaza durmuş, karım aklından götürülecekler listesini yapıyordu. Çok eşyamız yoktu aslında. Gitmek bizim için kolaydı. Ne malımız vardı bırakırken üzüleceğimiz ne mülkümüz, sadece geçmişimiz. Gariban geldiğimiz bu vatandan ne olacağını bilmediğimiz başka bir vatana gidiyorduk. Burada da tok değildik aslına bakarsan ama insan ne de olsa korkuyordu gittiğimiz yerde en azından burada bulabileceklerimizi bulamamaktan.
Birkaç dakikaya hazır oluvermişti yolluklarımız hanımımın becerikli elleriyle. Güneşin ışıkları tek katlı evimizin pencerelerinden yükselirken anam namazını bitirmiş, eline bastonunu almış, kapının önünde beklemeye koyulmuştu. Geride kalan eşyalarımıza bakarken yüreğim hafiften sızlasa da kararlı adımlarla kapımızı açıp bahçe kapısına doğru yöneldim. Bahçeden geçerken özenle baktığım sebzelerim içimi tekrar sızlattı. Keşke imkânım olaydı tavuklarımı ve güzeller güzeli horozumuzu yanımıza alabileydim. Alamayacağımı bilsem de içimde bir umut beliriverdi. Peki ya aylardır emek verdiğim bostanım?
Bahçe kapısına vardığımda; her evin kapısında bizimle aynı telaşta komşularımı, heybelerine taşıyabilecekleri en kıymetli eşyalarını doldurmuş insanların bilinmeze olan korkularını gördüm.
Osman tek oğlunu azarlıyordu. Osman sakin çocuktur aslında. Çocukluğumuz bu mahallede beraber geçti. Köyümüzün bu tozlu topraklarında oyun da oynadık, kavga da ettik aynı kıza da âşık olduk. Benim Esma’mı sevmişti Osman da. Ben erken davranıp alınca küsmüştü bana yıllarca. Gerçi Esma’nın da gönlü bendeydi. Yıllar içinde Osman’ın içindeki öfke sönmüş, evlenmesiyle büsbütün komşu olmuştuk. Hanımlarımız görüşür, biz de kahvede çay içer olmuş, aramızda husumet kalmamıştı.
Elimdeki yükü yere bırakıp, silahımı belime takıp Osmanların bahçeye yöneldim. Kapının önüne vardığımda Osman etrafa emirler yağdırıyordu. Anası babası ölmüştü Osman’ın. Hanımı, oğlu ve uzak akrabalarından bir kız ile yaşıyorlardı evlerinde.
Geldiğimi görünce sakinleşip bana doğru kafasını salladı Osman.
“Neler olup bittiğini biliyor musun?” diye sordum.
“Ne olacak? Bizimkilerle bunlar anlaşmışlar. Mübadele olacak. Savaşın sonu göründü. Memlekettekiler buraya gelecek biz de onların boşalttığı yere.”
“Nereden duydun?”
“Bizim yeğen var. O söyledi. Hükümetler anlaşmış. Bir ay içerisinde herkes taşınacakmış.
“Ne yapacağız?”
Sorumun saçmalığına Osman’dan çok ben şaşmıştım.
“Ne yapabiliriz ki? Gideceğiz, anlımıza ne yazıldıysa ve memlekette bizi ne bekliyorsa kabul edeceğiz. Taşıyabileceğimiz her ne varsa da sırtımıza yükleyeceğiz.”
Kafamı sallayıp bahçemize doğru yöneldim. Osman telaşının arasında benimle sohbet etmekten pek hoşlanmamış gibiydi.
Gemilere bindirecekler bizi. Bizim için gelip giden, sıramız geldiğinde bizi taşımakla mükellef bir gemiye sıkıştırılıp, omuzlarımızda çuvallarımız zamanı geldiğinde o merdivenlerden tırmanıp güvertesine ulaştığımız gemimizle vatanımıza döneceğiz. Bir insan vatan diye nereye der ki? Biz üç kuşaktır buradayız. Babam da burada doğdu dedem de.
Bahçe kapısına vardığımda bizimkiler çoktan hazır olmuştu. Tahta kapısını kapattım alışkanlık gereği. Babam yapmıştı bu kapıyı. O zamanlar bilmediğinden kilidi yoktu kapının. Bizim buralara nadir gelen muallimden öğrenmiştim kapıya kilit koymayı. Gerçi bizim buralarda kimse başkasının kapısından içeri girmezdi mecbur kalmadıkça ama hayvanların girmesine engel oluyordu bu kilit.
Nereye gönderecekler acaba bizi? Memleket büyük, elbet bizi koyacakları yer bulunur ama ya bizi bir sahile koyarlarsa? Ekilecek toprağı, hayvanları besleyeceğimiz otlağı olmayan bir yere götürürlerse. Ne yer ne içer bizim hayvanlar.
Peki biz ne yiyip ne içeceğiz yollarda? Nereden baksan üç günlük yol en yakın sahil. Karşı kıyıda bizim memleket sonuçta. Gemiyle götürecekler bizi. Gemi yolculuğu da iki gün nereden bakarsan. Hadi ayarladılar bir şeyler, vardığımızda ne yiyip ne içeceğiz biz?
Saatler oldu ne gelen var ne giden. Bahçenin kıyısına oturmuş bekliyoruz ailecek. Osmanlar eşyalarını kapının önüne istif etmiş oturuyorlar. Osman sıkıntılı, volta atıyor arada bir. Yürümekten alamadığı hırsını çocuğunda ve karısından çıkarıyor. Emanettir diye yeğenine pek ilişmiyor. Ne olup bittiğini anlamayan kızcağız gözü yengesinde eğreti oturuyor yollukların üzerinde.
Benim kızlar üzerlerindeki tedirginliği atmış bahçede koşuşturup duruyorlar. Çocuk olmak güzel tabi. Geleceğe dair hiçbir korku yaşamadan anın keyfini çıkartabilmek.
“Bey, acıktık” diyor karım.
Bahçe kapısının dibindeki taşa oturmuşken ben de açlığımı hatırlıyorum.
“Ne yapacağız” diye soruyorum karıma.
Üzgün ama çaresiz insanların kararlılığıyla bahçede koşuşturan tavuklarımızdan birini işaret ediyor. İtiraz etsem de diğer yiyeceklere yolda ihtiyaç duyabileceğimizi düşünerek ikna oluyorum. Kemerime asılı bıçağı çıkartıp, içlerinde en ihtiyar olanı yakalayıp boğazını kesiveriyorum. Kurduğum mangalda pişiriyoruz. Bütün gün boğazından bir lokma geçmeyen ev ahalisi tavuğu kısa sürede yiyiveriyorlar.
Akşam oldu. Ne gelen var ne giden. Gece olunca kimsenin bu saatte gelmeyeceğinden emin olarak çoktan uyuyakalmış küçük kızımı kucaklayıp yatağına götürüyorum. Yükleri çözsek mi düşünüyoruz hanımımla ama tekrar yapmaya üşendiğimizden vazgeçiyoruz.
Gece boyu uyku girmiyor gözüme. Tavşan uykusu benimkisi. Hanımda yatakta dönüp duruyor, arada kızları yokluyor. İhtiyar anam arada sızsa da o da uyanık. Sabah gün ışımaya yakın uykuya teslim oluyor vücudum. Sertçe çalan kapı, yattığım yerden zıplatıyor. Elim istemsizce yastığımın altındaki kabzaya varıyor. Sakinleşmeye çalışarak kapıya yöneliyorum. Bizimkiler hatta kızlarım bile olacakları hissetmiş sessizce birbirlerine sokulmuşlar. Kapıyı açıyorum. Karşımda emirler yağdıran bir asker evi boşaltmamızı söylüyor. Yaşı yirmi bile değil. Üzerinden dökülen üniforması, titrek ellerle sarıldığı tüfeğinden aldığı güvenle bağırıp duruyor. Elim gitmese de aklım silahıma gidiyor. Niyetimi anlamış olsa gerek hanım yardım etmem için bana sesleniyor.
Bahçe kapısına vardığımızda yükleri sırtlarında bir insan konvoyu olmuş komşularımızı görüyorum. Osmanlar da bizim gibi bahçe kapısındalar daha. Başımıza dikilmiş askerlerin eşliğinde yola koyuluyoruz. Güneş arasından ırmağımız akan dağların arasından yükselmeye daha yeni başlamış. Bir daha hiç göremeyeceğimizi bildiğim evimize son bir bakış atıyorum. Ardından önce karımla sonra anamla göz göze geliyoruz. Anam ağzında belli belirsiz bir dua mırıldanıyor. Önümüzde bilinmeze uzanan yola çeviriyorum kafamı.
Öğleye doğru koyundan farksız bu insan sürüsü askerlerin bağrışları arasında duraklıyor. Çıkınlarımızı çözüp yemeye koyuluyoruz. Yemeğin ardından bir sigara sarıp tüttürmeye koyuluyorum. Bunca yıllık komşular sessiz bir anlaşmayla birbirleriyle hiç konuşmuyorlar. Çaresizliğin gönüllere yüklediği ağırlık suskunlaştırıyor bizi.
İkinci günün ardından yiyeceklerimiz azalmaya başlıyor. Tek başıma olsam üç gün çekecek yol, kafilenin ağırlığından en az iki gün daha çekecek gibi görünüyor. Zaman geçtikçe başımızdaki askerlerin de sabrı tükeniyor. Gün geçtikçe tavırları daha sertleşiyor, sesleri daha bir yükseliyor. Bir an önce görevlerini bitirip bizden kurtulmak derdindeler. Büyük şehirdekiler alışsa da iki tarafın çetelerinden olsa gerek bizim gibi köylüler alışamadı aslında birbirine yıllarca. Ne biz onları sevdik ne de onlar bizi. Kendi kapalı köylerimizde yaşayıp gittik yıllarca.
İlk günler kafilenin etrafında koşuşturan çocukların bile enerjisi kalmadı. Köyün yaşlılarından Hatice nineyi toprağa verdik üçüncü günün sabahında. Askerlerle süren kısa bir tartışmanın ardından cenaze namazını kılıp yola koyulduk. Üçüncü günün akşamında karım anama çaktırmadan elimizde kalan yiyecekleri gösterdi bana. “Benim payımı çocuklarla anam arasında paylaştır” dedim. Yemek vakti geldiğinde kendisine küçük bir lokma ayıran hanımım kalanı diğerleri arasında paylaştırdı. Yarına ne yapacağımızı bilmiyorum.
Dördüncü günün sabahında ulaştığımız tepeden sahil göründü. Yaklaşık yarım günlük yolumuz kaldı. Hedefi görmüş insanların şevkiyle ileri atıldı kafile. Açlık endişesi, yolun bitkinliği, umudun yarattığı azim kafilenin adımlarını sıklaştırıyor, bu kadar zamandır görmediğimiz bir hızla ilerlemesini sağlıyordu.
Sahile vardığımızda umut yerini çaresiz bir bekleyişe bıraktı. Bizim gibi sürgün köylüler buldukları yere çökmüş gelip giden gemilerin ardından hüzünle etrafı seyrediyordu.
Bu beşinci gün, yemeğimiz tükendi. Komşulardan da isteyemiyoruz. Kimsenin bizden fazlası yok. Açlık ve sıcak bünyelerimiz uyuşturuyor. Etraf ağlayan çocuklar, inleyen yaşlılarla dolu. İçimizden bazıları askerlerle kavga ediyor yiyecek versinler diye. Onlarsa kurtulmak üzere olduklarını düşündükleri bizlerle zaten kısıtlı olan yiyecekleri paylaşmaya hiç niyetli değiller. Kavgalar zamanla yerini yalvarmalara bırakıyor. Belki biraz balık tutarız diye uğraşan birkaçı da eli boş dönüyor. Günde birkaç cenaze namazı kılıyoruz artık. Yaşlılar birer bire aramızdan ayrılıyor. Belki de onlar için en iyisi bu. Doğup büyüdükleri topraklara gömülüyorlar en azından.
On gün oldu, dün bir kamyonun ardına yığılmış küflü ekmekleri dağıttılar bize. Emin olun hayatta hiç bu kadar güzel bir şey yemedim. Küçük kızım hastalandı. Hanım ne kadar çabalasa da ekmekten bir lokma dahi yemedi. Çaresiz ağzından çiğneyerek yumuşattı ekmeği küçüğümün boğazından zorla tıkıştırdı. Sabah karşı ateşlendi. Titreyen küçük bedenini sakinleştirmek amacıyla bir an olsun kucağından indirmedi hanımım. Ablası anasının böğrüne sinmiş, kardeşinin eline sarılmış sessiz, bitkin oturuyor. Bir şeyler yapmazsam bir sonraki cenaze namazı kızımın olacak.
Sabah ilk iş askerlerin beklediği yere gidiyorum. Derme çatma kurdukları kapının iki yanında bekleyen nöbetçiler beni durduruyor. Bağrış çağırışlarıma öfkelenen kumandan uykusundan kalkıp yanımıza geliyor. Önce mümkün olduğunca sakin derdimi anlatıyorum. İlaç yok diyor, yiyecek de kendilerine kadarmış. Aklım belimdeki silahta. Osman beliriveriyor yanımda. Niyetimi anlamış olacak, kolumdan tutuveriyor. Askerlerin tehditkâr bakışları arasında bekleştiğimiz yere yöneliyoruz. Birer sigara sarıyor kendisine ve bana. Yaşadıklarını değiştiremeyecek iki insan gözlerimiz gelecek bir gemini dumanında ufka dalıyoruz. “Benim yetim de hasta” diyor. Birer sigara daha yakıyoruz.
Akşama doğru bekleşenlerin arasında bir dalgalanma oluyor. Sevinç nidaları yükseliyor ön gruptan. Küçük kızım titreyen narin vücudu karımın kolları arasında hala. Olan biteni anlamak için grubun önlerine doğru ilerliyorum. Ufukta belli belirsiz bir geminin dumanını seçebiliyorum. Bu umudun kara isi benim için. Dalgaların arasında ilerleyen bu gemi bizim için kurtuluş demek. Geçen her saniye duman bir siluete ardından bir gemiye dönüşüyor. O yaklaştıkça, bekleyen insanların heyecanı artıyor. Günlerin açlığı bir devinime dönüşüyor. İnsanlar telaşla eşyalarını toplayıp bir an önce nereye gittiğini bilmedikleri bu cisme binebilmek için hazırlanıyorlar. Sonunda bu umudun habercisi yakın bir yere demirliyor. İçinden çıkan ilk sandal şükür duaları arasında karaya yanaşıyor. Ardı ardına gelen ve giden sandallar birer birer sahildeki bu insan kafilesini dalgalar arasında salınan bedenine alıyor.
Anam hanımımın haline acıyıp yaşlılığına aldırış etmeksizin eşyaları taşımama yardım ediyor. Hanımım olduğu yere sabitlenmiş, bir an olsun kucağından bırakırsa kaybedeceğinden korktuğu küçük kızıma her an daha çok sarılıyor. Eşyaları sandala yüklemeyi bitirince anam büyük kızımı alıp sandala yerleşiyor. Bense incitmekten korkarak, hanımımın kolundan tutarak doğrulmasına yardım ediyorum. Kızımı almaya çalışsam da izin vermiyor. Ne sandalda ne de gemiye çıkarken bırakmıyor. Gözlerine baktığımda acının en gerçek halini görüyorum.
İçeri girdiğimizde sahilin açık havasının yerini küçücük bir alan sıkışmış yüzlerce insanın nefesiyle dolan nemli, karanlık bir tabut karşılıyor bizi. Askerler yardım etmeye çalışıyor ellerinden geldiği kadarıyla. Bulduğum ilk askere doktor soruyorum. Yerleşme işini anama bırakıp hanımımın kolundan tutup askerin gösterdiği yere yöneliyorum. Doktorun kapısına vardığımızda önümüzde bizim gibi bekleyen onlarca insan görüyorum. Bünyemde isyan kabarıyor ama yapabileceğim hiçbir şeyin olmadığının farkındayım. Saatlerce sıranın bize gelmesini bekliyoruz. Sıramız gelince çaresizliğime rağmen bütün ürkekliğimle kapıyı çalıp içeri giriyorum. Baktığı o kadar hastaya rağmen yaptığı işin kutsallığına inanan bir doktor karşılıyor bizi. Rahatladığımı hissediyorum. Yüreğimde yükselen bir inançla olan biteni anlatıyorum. Doktor sakince dinleyip muayene etmek için çocuğumuzu karımın kucağından almak istiyor. Karım ilk an dirense de yüzünü okşayıp onu sakinleştiriyorum. Doktor, ne düşündüğünü hiç anlayamadığım bir yüz ifadesiyle kızımı baştan aşağı muayene ediyor. Yine hiçbir şey söylemeden arkasında duran dolaba yönelip içinden bir kavanozu açıyor. İçinden beyaz bir kâğıda döktüğü birkaç hapı kâğıda sarıp elime tutuşturuyor. Sonra masasından duran bir not defterine bir şeyler karalayıp onu da diğer elime tutuşturuyor. “Bu kâğıdı çavuşa ver. Bu ilaçları da her öğün bir tane içsin.” Kafamı sallayıp kapıya yöneliyorum hanımımın kolundan tutarak. Onları kapıdan çıkartınca doktora dönüp bir umut soruyorum. “Kurtulacak değil mi Doktor Bey?” Acıyı sürekli görmekten yüreği katılaşan bir insanın durgunluğuyla; “Biz elimizden geleni yapacağız, takdir Allah’tan” diyor. Karımı anam ve diğer kızımın yanına yerleştirdikten sonra elimde doktorun yazdığı kâğıt, çavuşu buluyorum. Yazılanları dikkatle okuyan çavuş kendisini takip etmemi istiyor. Geminin dar koridorları arasında çavuşun ardı sıra ilerliyorum. Mutfak olduğunu düşündüğün bir yere varıyoruz. Hararetle elindeki kâğıdı başka bir askere gösteriyor çavuş. Karşısındaki hiçbir şey söylemeden içeri geri dönüyor. Bir zaman sonra elinde bir şişe ve bir paket geri dönüyor. Çavuş adamın elindekilerini alıp bana uzatıyor. “Geri dönüş yolunu bulabilecek misin?” deyip, cevabı beklemeden arkasını dönüp uzaklaşıyor. Geminin paslı demirden dar koridorları arasında birkaç defa kaybolup ailemin yanına ulaşıyorum zor bela. Vardığımda anam ve büyük kızımın dağıtılan yiyecekleri hırsla yediklerini görüyorum. Hanımım ise kollarında küçük kızım önündekilere hiç dokunmadan kızımla beraber sallanıyor. Hafifçe omzuna dokunup elimdeki paketi ve şişeyi ona uzatıyorum. Korkuyla gözlerime bakıyor. Ondan bir hayır gelmeyeceğini anlayıp şişeyi açıp küçük kızımın dudakları arasından boşaltmaya çabalıyorum. Donuk bakışlarla yaptıklarımı izleyen hanımım yavaşlattığı ritimle kızımı sallamaya devam ediyor. Zorlukla birkaç yudum içirdikten sonra paketi açıp içinden çıkan yiyecekleri zorla da olsa yedirmeye çabalıyorum. Birkaç lokma dışında ne yapsam beceremiyorum. Yardım etmesi için hanımıma baksam da hiç oralı olmuyor. Anam kalkıyor yerinden, onun da yardımıyla biraz olsun boğazından bir şeyler geçmesini sağlıyoruz. Cebimdeki beyaz kâğıdı açıp içinden çıkarttığım bir hapı kızımın ağzına sokup, ardından şişeden biraz sütü boğazından aşağı boşaltıyorum. Yerime oturup benim için ayrılan yiyecekleri yemeye koyuluyorum. Büyük kızımın bakışlarına dayanamayıp kalanı ona uzatıyorum. Az da olsa mideme inen birkaç lokmanın keyfiyle bir sigara sarıp içiyorum. Günlerin yorgunluğu, dalgalar arasında salınan geminin rahatlığı üzerime çöküyor. Direnmeye çalışsam da uykunun ağırlığı sarıyor bedenimi. Ceketimin üzerine kıvrılıp bırakıyorum kendimi. Gözlerim kapanmadan gördüğüm son şey yiyecekler önünde, kucağında küçük kızımız, değişmez bir ritimle sallanan hanımım oluyor.
İçine düştüğüm uykunun derinliklerinden bir çığlık duyuyorum. Çok uykum var. Geri dönüp o kuyuya saklanmak istiyorum. Çığlık büyüyor. Kulaklarımı önce, ardından bütün bedenimi sarıyor. Zorlukla açtığım gözlerimin ilk gördüğü bu sefer aynı ritimle sallana ama bir yandan da çığlık atan hanımım oluyor. Kendime gelirken bir an hanımımın sesi kesiliyor. Sessizce sallanmaya devam ediyor, çığlığını yüreğine gömerek. Sesin etkisiyle etrafımıza birken kalabalık içimi daraltıyor. Olan biteni anlamayan büyük kızım uykunun sarhoşluğuyla etrafına bakınıyor. Anam acısını dudağından dökülen dualara gömüyor. Sakince kalkıp hanımımın yanına gidiyorum. Kollarında sallamaya devam ettiği küçük kızımın titremekten vazgeçen donuk bedenini, açık kalmış güzel gözlerini örtüp hanımıma sarılıyorum. O ise sallanmasını durdurmaksızın anlamadığım bir dilde kendi kendine söyleniyor. Zorlukla yavrumuzu kollarından alıyorum. Anam hanımıma sarılmış onu teskin etmeye, büyük kızımda anasının yanına böğrüne sokulmuş, şaşkın, korkmuş etrafında olup bitenlere bakıyor. Kucağımda hareketsiz yatan bedeni olmayan ağırlığıyla taşıyıp geminin imamını buluyorum. Doktor gibi acıyı kanıksamış insanların ruh haliyle yardımcıları ile yavrumu kefenleyip kucağıma veriyor. Sabah ışımaya başlarken güvertede cenaze namazımızı kılıp Ege’nin soğuk suları ebedi yuvası olsun diye hazırlanıyoruz. Önümde kefen sarılı yavrum, yatırıldığı tabla, soğuk sularda siyah dumanı rüzgarla savrulan bir gemide ilerliyoruz. Osman’ı görüyorum birkaç kişi yanımda. O da evlatlığı önünde benim gibi saf tutmuş, acılı gözlerle bakamadığı emanetine göz yaşı döküyor. Gemini kaptanı birkaç söz ediyor gidenlerin ardından. İmam duasını okuyor. Elimde tabla küçük kızımı güverteden dalgaların arasına bırakıveriyorum ağlaşan kadınların uğultusu eşliğinde.
Ailemin yanına dönerken ırmağımız geliyor aklıma. Onun soğuk ama rahatlatıcı suyu. Yavrum da rahatlamış mıdır acaba? diye düşünüyorum. Benimle cenaze merasiminden dönen insanların acılarının arasından sıyrılıp ailemin yanına dönmeye çalışırken aynı paslı koridorlar arasında buluyorum kendimi. Bu bir gemi değil aslında. Nereye gittiğini bilmediğimiz bir tabutun içindeyiz. Ha bu tabutta varacağız öte dünyaya ha da vardığımız yerde. Bilinmeyen bir geleceğin habercisi dalgalarına arasında sürükleniyoruz aslında bu demirden tabutun içinde.
Alt güverteye doğru yaklaşırken insan seli daralan yolda yavaşlıyor. Adımlarımız seyrekleşiyor. Birden sabah duyduğuma benzer bir ses bu ruhsuz insan selini harekete geçiriyor. Başka bir ölüm çığlığı mı anlamaya çalışıyorum. Yok bu çığlık değil. Geminin demir duvarları arasında yankılanan tok bir ses bu. Hızlanan insan seli alt güverteye doğru musluktan boşalırcasına dağılıveriyor. Aileme yönelirken sesin ne olduğu zihnimde şekilleniveriyor. Kapalı da olsa bu mekân kendi silahımdan çıkan sesi tanıyıveriyorum. Olan biteni anlamış ama kabul etmek istemeyen bir insanın sıkkınlığıyla ailemin olduğu yere doğru yöneliyorum. Anam büyük kızıma sarılmış, korkudan büyümüş gözlerle dudaklarında bir dua mırıldanıyor. Hanımım elinde dumanı yükselen tabancam kurduğu bağdaşı hiç bozmaksızın sırtı yerde kafasından süzülen kanlar saçlarını kızıla boyarken geminin metal zeminin üzerinde yatıyor. Artık sallanmıyor. Bütün vücudu hareketsiz hatta. Yavaşça yanına yaklaşıp dizlerimin üzerine çöküyorum. Kendi kanıyla ıslanmış saçlarını ellerimle okşayıp yüzüne kapanıyorum.
Ellerim kan içinde, yüreğim soğuk. Ne oldu bilmiyorum. Ardımızdan bizi deryaya sürükleyen bu fırtına kim olduğumuzu çaldı. Ne ben ne kimse bilmiyor nerede olduğumuzu, nereye gittiğimizi, nereye varacağımızı…
Deniz Öztürk
Yazar:
En Son Yazıları
- Hikaye25 Mart 2022Yansımalar
- Hikaye25 Ocak 2022Hep Sonradan
- Hikaye8 Ocak 2021Göç