Polisiye Öykü: İğne Deliği
Mehmet Baki bir hikâye anlatıyor
“Bundan 24 yıl önce 1947’in o sonbaharında yaşadıklarımı asla unutamıyorum!”
Avukat sandalyesinin arkalığına yaslandı. Birkaç kez nefesini düzenledi. Hepimize sırayla baktıktan sonra önündeki şişeyi sertçe masaya vurdu. Odayı somut bir varlıkmış gibi kaplayan gür sesi hepimizi hipnotize ediyordu.
“Kariyerimin başlarında sayılırdım. Avukatlığın yanında bir gazetede köşe yazarlığı yapıyordum. Köşemi sıkça karşılaşılan hukuki problemlerin çözümlerine ayırmanın dışında, okuyuculardan gelen mektuplara da cevap veriyordum. Kısa bir süre sonra neredeyse tüm Türkiye’de tanınan bir yazar olmuştum. Ülkenin dört bir yerinden mektuplar yağıyor, ben de fırsat buldukça önemli kabul ettiklerime cevaplar verip köşemde yayımlıyordum. Birçok gazeteden teklifler yağıyordu, ancak ben çalıştığım yerden memnundum ve diğerlerinin önerdiği rakamların çok altında bir miktara razı olarak bu ek işime devam ediyordum. Ancak asıl parayı avukatlıktan kazanıyordum. Gazete yazarlığı, avukatlık kariyerimi olumlu olarak etkilemişti. İtiraf edeyim, paraya olan düşkünlüğümden dolayı şöhretimi kullanıyor ve birçok davayı astronomik ücretler karşılığında kabul ediyordum. Bundan dolayı adım ‘zenginlerin avukatı’na çıkmıştı. Kısacası işlerim tıkırındaydı.”
Sanki eski günlerin anısına tutunmak istercesine gözlerini boşluğa dikti. Loş ışığın izin verdiği ölçüde
masadakileri süzüyordum. Ortam giderek hoşuma gitmeye başlamıştı. Radyodan hikâyeler dinliyor gibiydim.Mehmet Baki’nin sesi çok etkileyiciydi. Duraksamadan konuşması insanı cezbediyordu. Sigarından her nefes çekişinde gözlerini kısıyor ve havadaki dumanların kaybolmasına fırsat vermeden yenisiyle tazeliyordu. Keskin sessizliği bozan tek şey saatin tik takları ve arada bir masaya sertçe bırakılan bira şişelerinin çıkardığı gürültüydü.
“Bir gün Elam Tenez adında birinden mektup geldi. Mektubunda ailesi ile beraber İzmir’de yaşadıklarını ve Süryani olduklarını yazmıştı. Babasının ölüm döşeğinde olduğunu ve her an ölebileceğini, mümkünse acil olarak İzmir’e gelmemi ve özel olarak görüşmemizi rica etmişti. Konuyla ilgili özet olarak, abisi ile ölüm döşeğindeki babalarının mirasıyla ilgili problem yaşadıklarını ve kendisine haksızlık yapıldığını yazmıştı. Yol yordam bilmediği için ne yapacağını şaşırdığını ve bir tanıdığının benimle irtibat kurmasının en mantıklı yol olduğu tavsiyesini dikkate alarak bana ulaştığını eklemişti. Aslında konu aleladeydi, ama miktar hiç öyle değildi. Ailesi İzmir’in en zengin ailelerindendi ve miras olarak babası iki fabrika otuzdan fazla ev, on sekiz küçük işyeri, onlarca büyük ve küçükbaş hayvan ile birlikte yine otuzdan fazla tarla ve on beş traktör bırakmıştı. Daha fazlasını mektupta yazmamış, eğer olursa buluşmamızda detaylarıyla anlatmak istediğini söylemişti. Mektubu hala saklıyorum. İşte burada!”
Cebinden ince bir kâğıt çıkardı. Solmuş sarı kâğıt elden ele dolaşmaya başladı. Bana geldiğinde sıradakinin sabırsızlandığını görüp üstünkörü baktım kâğıda. Mürekkebi solmuştu. Yazarın edebi kaygı gözetip en uygun kelimeyi seçme yaklaşımından değil, olsa olsa acele ve eksik dil bilgisi sebebiyle bazı kelimelerin üstü karalanmış, üzerine başka kelimeler yazılmıştı. Mektup uzun uzadıya durumu anlatmıyor ama olayın aciliyetini ortaya koyuyordu. Mehmet Baki’nin mirası eksiksiz ve yanlışsız saymasına bakılırsa mektubu anlatacağı hikâye için özellikle ezberlemişti. Avukat herkesin okuduğundan emin olmak istercesine bekledi ve tüm dikkatler tekrar üzerinde toplanınca boğazını temizledi.
“Mektubu birkaç kez okudum ve cevap olarak İzmir’e geleceğimi yazdım. İşlerimi bitirdikten sonra, iki gün sonra İzmir’e doğru yola çıktım. Elam söz verdiği gibi beni bizzat karşılamaya geldi. Evine doğru yol aldık. Kısa boylu, zayıf biriydi. Birbirine yakın gözleri kurnaz biri olduğu izlenimini veriyordu. Kafasındaki kasketi neredeyse gözlerine kadar çekmişti. Dişleri sigaradan sapsarı olmuş, teni güneşten kararmıştı. Çok üzüntülü bir hali vardı.” Avukatın adamın hayalini gözünün önünde canlandırdığı çok barizdi. Geçmişi olanca kuvvetiyle günümüze taşımak arzusuyla el hareketleri ve mimikleriyle konuşmasını destekliyordu.
“Yolda öğrendim ki meğer babaları çok hastaymış. Yarım saatlik sessiz bir yolculuktan sonra evin önüne geldik. Ev iki katlı, bahçeli lüks bir binaydı. Önünde kalabalık toplanmıştı. Elam beni yalnız bırakıp eve girmek istedi, fakat ben gelmek istediğimi belirtince itiraz etmedi. Ailesinin Süryani oluşu sebebiyle geleneklerini merak etmiştim. Daha önce hiç bir Süryani ile tanışmamıştım. Bu yüzden her ayrıntıya dikkatimi veriyordum.”
“Eve girer girmez etraftakilere babasının durumunu sordu. Doktor başını sallamakla yetindi. İhtiyarın odasına girdik. Yaşlı adam yatağında bükülmüş, hırıltılar eşliğinde nefes alıp veriyordu. Yanı başında resmi kıyafet içinde iki rahip vardı. Biri elinde kadeh benzeri küçük bir kâse ile hastanın yanına geldi. Bunu hastanın yanındaki küçük masanın üstüne koydu. Bu esnada ihtiyar adam koluna giren diğerinin sayesinde zorlukla yatağında doğrularak masanın yanına getirildi. Rahip devrilmesin diye destek oluyordu. Adam sürekli midesini tutuyor ve kesik kesik nefes alıyordu. Yüzü sapsarı kesilmişti. Rahiplerden biri kâsenin yanına bir adet büyük bir mum ve diğer yanına da haç koydu. Mumlar sırayla yakılmaya başlandı. Her yakışta “Kadişot” diye başlayan bir takım dualar okumaya başladılar. Ardından diğer görevli elini kâsenin içindeki sıvıya batırdı. Hastanın alnına ve her yerine haç çizmeye başladı. Bir yandan da mütemadiyen dua ediyorlardı. Bu işlemler bana ölmek üzere olan hayvanın leşini yemek için sabırsızlıkla yanı başında turlamaya başlayan akbabaları hatırlattı. İçimden hastaya acıdım. İyileşmek ümidi varsa bile bu korkunç ayin sonrası psikolojik olarak kendini ölü olarak addedebilirdi. Rahipler işlerini o kadar özenle yapıyorlardı ki, ihtiyar es kaza yatağından doğrulup sağlığına kavuşacak olsa, neredeyse emeklerinin boşa gitmesinden dolayı üzüntü duyacaktım.”
“Elam ellerini yüzüne götürdü ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Beceriksizce onu teselli ettikten sonra hava almak için bahçeye çıktım. Rahipler hala bir şeyler fısıldıyorlardı. Cenaze aracı geldi. İçindeki boş tabut evin giriş katına taşındı. Birkaç dakika içinde evin salonu, ölü adamın akrabaları ile dolmuştu. Herkes matem elbiselerini giyinerek gelmişti. Küçük bir kız elindeki sivri uçlu bir şeyle giriş katında bekletilen tabutun üstüne beceriksizce bir kalp şekli çizdi. Kızın yanında gözü yaşlı bir kadın mendiline sarılmış ağlıyordu.”
“Elam avukat olduğumu vurgulu bir şekilde belirterek beni abisiyle tanıştırdı. O aileden Elam’dan başka kimsenin adını hatırlamıyorum. Hepsinin garip Süryani isimleri vardı. Abisi beni gayet soğuk bir bakışla tepeden tırnağa süzdü. Şişman, tombul suratlı, sapsarı bıyıklı bir adamdı. Yaşı 50’nin üzerindeydi. Gözleri ağlamanın etkisiyle nemlenmişti. Beni birkaç saniye nefretle süzdü. Bir süre bakışlarına aynı şekilde cevap verdim. Fakat sonra bunun manasız olduğuna hükmedip, yüzümü ekşiterek kafamı çevirdim. Salonun başköşesinde kocaman bir haç duruyordu. Pencereden gelen güneş ışığı direkt olarak bunu aydınlatıyordu. Yanında İsa ve Meryem tablosu bulunuyordu. Evin her köşesi sahibinin muhafazakâr biri olduğunun ispatı gibiydi. Cenaze için toplanan kalabalığa göz gezdirdim. Kadınların pek çoğu başına örtü geçirmişti. Elinde İncil bulunanlar kısık bir sesle dua okuyorlardı. Erkekler ciddi bir yüzle sağa sola bakınıyorlardı. Abisi Elam’a kaş göz işareti yaptı. Kardeşi ile baş başa konuşmak istiyordu. Tahminimde yanılmadığımı Elam’ın ürkek adımlarla yanıma gelmesi ile anladım. Özür diler gibi kısık bir sesle abisinin kendisi ile özel bir şey konuşmak istediğini söyledi. Tabi mecburen dışarı çıkarak onları yalnız bıraktım. Fakat ne konuşacaklarını merak ediyordum. Bu yüzden bahçenin pencereye yakın olan kısmında volta atmaya başladım. Camlar açık olduğu için söylenenleri duyabilmeyi umuyordum. Abisi Elam’a yüksek sesle ‘sen ne yaptığını zannediyorsun geri zekâlı!’ diye bağırdı. ‘Hiç mi kafan çalışmıyor?’ Benim miras için geldiğimi anlamış ve öfkeden çılgına dönmüştü. Kardeşini azarlamasına sinirlenmeme rağmen müdahale etmedim. Nasılsa onun hesabını mahkemede görecektim!”
Mehmet Baki purosunun küllerini özenle silkti. “Cenaze töreni ertesi gün yapılacaktı. O geceyi Elam’ın evinde geçirdim. Herkes cenaze evinde olduğu için kendi evi bomboştu. Hiç iştahım olmadığı için yemek yemeden direkt odasına geçtim. Geniş bir yatak, yerde bir halı ve duvarda asılı bir İncil… Odası bunlardan müteşekkildi. Gece yarım yamalak bir uyku çektikten sonra, sabaha karşı cenaze evine gittik.Ceset aile kabristanına gömülmek üzere tabuta konuldu ve yola çıktık. Mezarlığa gelince birkaç dua edildi ve tabutun üstüne sembolik olarak toprak atıldı. Kara elbiseli uzun sakallı rahip İncil’den pasajlar okudu. Tınılı bir sesle anlayamadığım bir dilde bir şeyler söyledi. Anlamlandıramadığımız fakat kulağa hoş gelen dini şeyler duymanın verdiği hazla başımız önde onu dinledik. Rahip, konuşmasından yürümesine her şeyi ile günün adamıydı adeta.Varlığı ile cenaze törenin önüne geçmişti. Abartılı hareketleri, kalın sesi ve şaşaalı görüntüsü ile ortama hükmediyordu. Uzun süre İsa Mesih’ten bahsetti. İncil’den kısımlar okudu. Binlerce yıl önce yaşamış insanların hayatları hakkında o kadar detaylı şeyler anlattı ki şaşırıp kaldım. Damarları fırlamış ellerini arada bir coşkuyla kaldırıyor, sık sık bir takım sembolik hareketler yapıyordu. İsa’nın çarmıha gerilmesine ve bunlara katlanmasının bizler için olduğuna dair söylev verdi. Ölüyü değil de kendini affettirmeyi amaçlıyormuşçasına defalarca Mesih’ten bağışlanma diledi. İsa çarmıha gerilmiş miydi bilmiyorum, fakat bir buçuk saatlik törende İsa’dan fazla gerilmiştim. Bu törenler, acı çeken peygamberler adına halktan alınan misilleme gibiydi adeta. Uzun süre önce yerleştiği şehirde zengin olan köylüsünün kendisine sahip çıkmasını umarak yanına giden adam misali, öbür tarafta yol yordam bilmeyen taze ölüyü Mesih’e emanet ederek töreni sonlandırdı. Neticede ihtiyar adam üç hafta önce kaybettiği eşinin yanına gömüldü.”
“Cenaze töreninden sonra eve döndük. Elam’a hakkında dava açacağımızı abisine bildirmesini ve davayı en kısa zamanda lehine sonuçlandıracağımın müjdesini verdim. Fakat ben bunları anlatırken ilginç bir gelişme oldu. Elam’ın yüzü renkten renge girmeye başladı. Sevineceği yerde büsbütün üzüntüye kapılmış gibiydi. Cümlemi bitirdikten sonra Elam birden telaşa kapılarak, buraya kadar geldiğim için teşekkür etti ve abisiyle aralarında hiç bir problem kalmadığını, miras konusunda anlaşmaya vardıklarını söyledi. Tabi ki çok şaşırmıştım. ‘Nasıl oldu bu?’ dedim. ‘Hani abin razı olmuyordu?’ Mahcup bir tavırla ağzında bir şeyler geveledi ve bana zahmetlerim için yüksek bir ücret önerdi. Tabi ki teklifini reddettim ve aynı gece sinirle İstanbul’a döndüm.”
Gıcırtılar dışında odadan çıt çıkmıyordu. Herkes kıpırdamadan avukatı dinliyordu. Sanki en ufak bir
hareketimiz hikâyenin bazı noktalarını gözden kaçırmamıza sebebiyet verecekti. Mehmet Baki duraklayarak önündeki sudan bir yudum aldı.
“O zamanlar genç ve hırslı bir avukattım. Şimdi gözümün kesmediği birçok olaya o zamanlar çekinmeden dalıyordum. Neyse konuyu dağıtmayayım. İstanbul’a dönünce bu olay zihnimi bulandırmaya başladı. Abisi onu nasıl ikna etmişti acaba? Malların bir kısmından vaz mı geçmişti? Adamı daha görür görmez, kardeşinin mallarının üzerine bir daha kalkmamak üzerine oturma istidadında olduğunu anlamıştım oysa. Yanılıyor olamazdım. Abinin ele geçirdiklerinden taviz vermeye niyeti yoktu. Peki, Elam nasıl ikna olmuşu? Telaşlı ve korkmuş halini hatırladım. Abisinin ona nasıl hakaret etiğini ve azarladığını da… Acaba abisi onu öldürmekle mi tehdit etmişti?”
“Ne yaptıysam içime yerleşen ve beynimi kemirmeye başlayan bu soruyu kafamdan atamadım. Birkaç gün sonra beynime bir kurt gibi yerleşip beni rahatsız eden bu sorulardan sıyrılamayacağımı anlayıp tekrar İzmir’e gitmeye karar verdim. Fakat bu kez habersiz olacaktı. Ertesi gün tekrar başsağlığı dilemek için Elam’ın yanına gittim. Beni karşısında görünce şoke olmuş bir tavırla gözleri açıldı. Bir süre kekeledi ve ne diyeceğini bilemedi. İzmir’de işim olduğundan ve hazır gelmişken kendisine uğramak istediğimden bahsettim. Zoraki bir tebessümle evine davet etti beni. Fakat bu tebessümünün altında büyük bir endişe vardı! Abisiyle olan ilişkilerini irdeleyip, davadan vazgeçme sebebini öğrenmek için evine gitmemin çok isabetli olacağını düşünerek, davetini kabul ettim.”
“Evlerinde kaldığım ilk gün, Nuray adındaki hizmetçileri ile tanıştım. Bu kadını cenaze evinde de
görmüştüm. Ondan Elam ve abisi hakkında birçok bilgi koparmayı öğrendim. Meğer ikisi de babalarını çok sıkıntıya sokuyor ve sürekli anlaşmazlık yaşayıp kavga ediyorlarmış. Ayrıca kadının anlattığına göre Elam’ın babası, aile bağlarına önem veren biriymiş ve ‘ben ölene kadar kimse bu evden ayrılamaz,’ diye çocuklarını zaman zaman ikaz ediyormuş. Özellikle karısının ölümünden sonra iyice içine kapanmış ihtiyar adam. Bu yüzden kardeşler kendilerine ait evleri olmasına rağmen onunla birlikte kalmak zorunda kalıyorlarmış. Yardımcılar yemekleri yapıp bahçeye bakıyorlarmış. Evin içinden ise temizlikçi sorumluymuş. Kadınla o gün yaptığım konuşma, abinin kardeşine davranışının altında yatan nedenin miras meselesi değil, çok daha önemli bir sebep olduğunu düşünmeme neden oldu.” Avukat, ortamı gözüyle hızlıca taradı ve sandalyenin arkalığına yaslandı.
Elleri hikâyenin heyecanından yukarı kalkmış, göz kapakları açılmış ve yüzüne vuran ışığın etkisi ile ağzı korkunç bir hal almıştı.
“Konu merhuma gelince Nuray Hanım’ın çenesi düşmüş ve dakikalarca dert yakınmaya başlamıştı. ‘Ah efendim,’ diyordu. ‘Ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Büyük Bey’in evlatlarına verdiği emeklere yazık! Bir baba on evlada bakar da on evlat bir babaya bakamaz diye boşuna dememişler büyükler.’
‘Abartma canım,’ diye cevap verdim. ‘Babalarına kötü mü davranıyorlardı çocuklar?’
‘Evet. Özellikle büyük oğlu… Hep babasının parayı kullanmayı bilmediğini söyleyip duruyordu. Kendisi sanki çok büyük işler başarmış da! Tüm bu servet hep Büyük Bey ve onun babasının sayesinde oldu. Ama onlar ne yaptı? Abisi sürekli içer ve birileriyle takışır. Köyde kavga etmediği adam kalmadı. Elam ise kumardan başını kaldırıp ailesiyle ilgilenmez bile. Adamı çok üzdüler çok. Beyefendinin son günlerde sürekli morali bozuktu. Hep telaşlı ve yorgun gibiydi. Doktor Bey sık sık evimize gelmeye başlamıştı. Hatta adamcağız geceleri yatağında sıçrayarak uyanıyor, kahrından saçları bile dökülüyordu. Bu evde çalışanlara Allah sabır versin!’
“Kadın, cahilliğin getirdiği rahatlıkla sitem ediyordu ancak durum benim için farklı yönlere kaymaya
başlamıştı. Zihnime ağırlığını giderek hissettiren bir şüphe yerleşmişti: Belki de Elam’ın babası ölmemiş, öldürülmüştü! Heyecanımı belli etmemeye çalışarak sordum. ‘Saçları mı dökülüyordu? Hadi canım abartıyorsun!’
‘Hayır, hiç abartmıyorum. Beyefendinin yatağını ben düzeltip toplardım. Son aylarda yastığından hep saç topluyordum. Ayrıca banyoyu temizlerken de fark ediyordum.’
Mehmet Baki, heyecanın doruk noktaya geldiği bu anda, sorgu odalarındaki gibi üstten sarkıtılan ışığın altında, ürpertiyle baktığı uzun yüzünü eğdi.
“Şu kadarını söyleyeyim ki, temizlikçi kadın bana gizlice yaklaşıp, ‘biliyor musunuz, evde birisi
beyefendiyi zehirliyor’ deseydi bu kadar etki yapamazdı üzerimde. Şok olmuştum. Ne için gelmiştim, ne ile karşılaşmıştım! ‘Peki, doktoru ne diyor bu işe?’ diye sordum.
‘Hangi işe?’
‘Canım, Büyük Bey ile ailesinin geçimsizliği konusuna işte.’
‘Doktor Macit Bey mi? Onun hiçbir şeyden haberi yok ki. Ailenin içişleriyle pek ilgilenmez. Sadece
beyefendiyi kontrole gelir o kadar. Zaten beyefendi öldüğünde o burada bile değildi. Şehir dışındaydı. Cenazeye de yetişemedi. Bu yüzden yardımcısı Feridun Bey katıldı törene.’
Avukat bunları anlatırken ben arada bir ortama göz gezdiriyor, arkadaşıma bakmayı da ihmal etmiyordum. O da diğerleri gibi kendini atmosfere kaptırmıştı. Şimdi Avukat o dev tablodaki ihtiyara, biz de resmedilen çocuklara benziyorduk. Birasından bir yudum alarak dudağını yaladı ve gözlerini boşluğa dikti.
“Bu konuşmadan sonra şüphelerimin üzerine gitmeye karar verdim. Elam’a laf arasında babasının ölüm sebebini sordum. Kalp krizi olduğunu söyledi. Hiçbir ilaç kullanmadığını ve belirli bir hastalığının bulunmadığını da belirtti. Defin izni için ölüm raporunu hazırlayan doktorun kim olduğunu sorunca, birden şaşırdı ve telaşla neden merak ettiğimi sordu. ‘Hiç, öylesine sordum,’ dedim. Fakat şüpheli bir şekilde beni süzmeye devam etti.
Artık bu işi kurcalamamın gereği olmadığını, abisinin ikna olduğunu ve olayın kendiliğinden çözüldüğünü tekrar etti. Fakat ben inat etmiştim bir kere. Mutlaka olayın üzerine gitmeliydim. Defin izni veren doktor; aile doktoru Macit Bey’in Asistanı Feridun’du. Onunla görüşmeye gittim. Uzun boylu ince yapılı genç biriydi. İhtiyar adamın ölümü hakkında konuştum. Tabi ki şüphelendiğiniz bir şey var mı diye sormadım, sadece defin raporuna ne yazdığını sordum. ‘Kalp yetmezliği’ dedi. İhtiyar adamın son günlerinde geçirdiği kusma, şiddetli ağrı ve acılardan bahsettim. Alaycı bir tavırla; ‘ölmek üzere olan bir hastanın şikâyetleri herhalde nezleden muzdarip biri kadar hafif olmaz’ diye cevapladı. Bu cevap karşısında şüphelerim büsbütün hücuma geçti. Ne de olsa bu toy delikanlı henüz bir asistandı. İhtiyarı burnunun dibinde zehirleseler belki yine de fark edemezdi. Yanından ayrılıp tekrar Elam’ın evine gittim. Durumu gözden geçirmeliydim. Bana ayrılan odaya kapanarak olayı baştan sona hülasa ettim.”
“Durum şu merkezdeydi: Yaşlı adamın -yaşlı dediğime bakmayın adam öldüğünde 64 yaşındaydı-
ölümü çok ani olmuştu ve o günlerde teknoloji günümüz imkânlarıyla kıyaslanamayacak derecede kötüydü.
Bugün bile tıp alanında ileri olmadığımızı itiraf edersek durumun vahametini düşünün artık. Teşhis konulamayan hemen her ölü için kalp krizi, kalp yetmezliği, solunum yetmezliği gibi raporlarla defin izni almak çok kolaydı. Buna Elam’ın apar topar abisi ile anlaştığını söylemesi, mirasın büyüklüğü ve temizlikçinin anlattıkları da eklenince, düşüncelerim beni çözmem gereken önemli bir problem olduğuna ikna etti. Vakit kaybetmeden yakın arkadaşım Doktor Şener Alpaslan’ı aradım ve acil olarak söylediğim adrese gelip gelemeyeceğini sordum. İzmir’de özel bir muayenehanesi vardı. Konuşurken sesimdeki heyecandan durumun ciddiyetini hemen kavradı. Ertesi gün müsait olacağını ve yanıma geleceğini bildirdi”.
Avukat konuşmasına ara verdi. Yüzümüze sırayla baktı. Purosunu bitince, önündeki paketten bir sigara aldı. Elinde birkaç kez çevirdi. “Şimdi beyler!” diye yüksek sesle konuştu. “Düşündüğüm şeyin yanlış ve yasadışı olduğunu biliyordum. Ama dediğim gibi hem aileden, hem de ölüm raporunu yazan doktordan şüphelenmem için yeterince sebep vardı. Bu yüzden hemen işe koyulmalıydım. Arkadaşım gelene kadar ne yapmam gerektiğini kafamda tasarladım. Acele etmeliydim, zira artık Elam varlığımdan rahatsız oluyordu! Hızla harekete geçtim. Önce ev sahibinden verdiğim rahatsızlık için özür diledim ve geceleyin İstanbul’a döneceğimi söyleyip evden ayrıldım. Beni yolcu etmek istediyse de müsaade etmedim. Ardından arkadaşımla anlaştığımız yerde buluştuk. Aslında ben ne yapmamız gerektiğine çoktan karar vermiştim bile. Şimdi tek sorun, Şener’i buna ikna etmekti.”
“Şener’le anlaştığımız yerde buluşunca tüm olayı detaylarıyla anlattım. Beni dinlerken yüzü şekilden
şekle girdi. Daha sonra saatlerce ne yapmamız gerektiğini tartıştık. Tabi aslında benim fikrim belliydi, ancak bunu önceden düşündüğümü anlamasını istemiyordum. Sanki o anda aklıma gelen parlak bir fikirmiş gibi sunacaktım. Onun teklifi; olayı yetkili mercilere anlatmamız yönündeydi. Fakat tabi ki ben bunu kabul etmedim. Çok tehlikeli olurdu bu. Bir kere olayın fos çıkma ihtimali vardı. Bu durumda Avukatlık ve yazarlık kariyerim tehlike altına girerdi. Yardım etmek için geldiğim ailenin nefretini kazanmam da cabası…” Kafasını şiddetle iki yana salladı. Sanki arkadaşı ile beraber bizi de ikna etmeye çalışıyordu.
“Bu yüzden tek çarem onu kendi yöntemime ikna etmekti. Ve nihayet uzun uğraşlar sonucu bunu
başardım. Planım şuydu: ölünün mezarını gizlice açıp otopsi yapacaktık!”
Odadaki herkes balmumundan yapılmış heykel misali Mehmet Baki’ye bakıyordu. Adeta nefes alış
verişine kısa bir süre ara verilmişti. Tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Sanki dev tablodaki yaşlı adam on yıllardır esaretinde bulunduğu resmin içinden kurtulup yanımıza gelmiş; korkunç hikâyeleriyle köydeki çocuklar yerine şehirdeki adamları korkutmaya karar vermişti. Kafamı yavaşça çevirerek Mithat’a baktım. Hikâyenin akışına bırakmıştı kendini. Diğerleri de sessizlik içinde şok edici finalin hakkını vermek istercesine, başlarını sallıyorlardı.
Kulüp üyelerinin neden misafirlerinden burada yaşananları sızdırmayacağına dair söz aldıklarını şimdi anlamaya başlıyordum. Bu hikâyeler başka yerde anlatılmamalıydı! Burada bulunan insanlar birbirlerine güvenip sırlarını açıklarken, aslında bunu başka yerde yapamayacaklarının bilincindeydiler. Bu, bir bakıma geçmişte üstü örtülen suçların itirafı gibiydi. Bundan günah çıkarır gibi bir manevi haz aldıklarını sanmıyorum. Fakat içlerini rahatlatıyor, kimseye anlatamadıklarından dolayı içlerinde kalan anıları paylaşarak hafifliyorlardı. Söz gelimi Avukat; arkadaşı ile zamanında meslek hayatlarına mal olacak bir işe kalkışmış, bunu en yakınları da dâhil kimseye anlatamamıştı. Şimdi hem üzerinden çok zaman geçmiş olması, hem de ortama duyduğu güven hissi, küflü geçmişinin üzerinin temizlenmesinde bir sakınca olmadığı kanısına varmasına sebep olmuştu. Ekiptekilerin yüzlerine bir kere bakınca; yasalar karşısında boyunlarını bükeceklerine açıklarını kullanmanın daha faydalı olacağını düşündüklerini anlayabiliyordunuz. Her birinin gizlediği birkaç skandal olduğuna emindim. Sadece Kulüp Muamma azaları değil, nice zengin ve ünlü aileler, adları bir skandala karışmasın diye birçok defa yasa dışı işlere bulaşmamışlar mıdır? Fakat bir mezarı gizlice açıp ölüye otopsi yapmak? Bu, çok az cesur insanın yapabileceği türden bir çılgınlıktı. Kim bilir bu geçen yıllar içinde bu odada ne olaylar anlatılmış, birbirleriyle ne esrarengiz anılar paylaşmışlardı? Keşke bu insanlarla daha önceden tanışsaydık!
Mehmet Baki sandalyesinde büyük bir gıcırtı eşliğinde öne arkaya sallandı. Titrek eli pakete uzandı.
Terlemiş yüzüne baktığımda otuz yıl önceki avukat canlanmıştı gözümde. Saçları şimdiki gibi ağarmamış, yüzü kırışmamış, belki biraz daha zayıf ve daha dik. Hiç şüphesiz daha atik ve daha cesur… Zaman bu adama da acımasız davranmıştı.
“Demek ölüye kaçak otopsi yapacaktınız ha!”
Sesin geldiği yöne çevirdim başımı. Avni Urel kaşlarını kaldırıp dudaklarını büzerek şaşkınlıkla sormuştu bu soruyu. Parmaklarını ritmik hareketlerle masaya vuruyordu. Oda mum ışıklarının birkaçının sönmesi sebebiyle giderek kararmıştı. Fakat gözlerimin karanlığa alışmasından olsa gerek; zamanla ilk körlüğümü üzerimden atmıştım. Adeta ruhani bir ışıkla karşımdaki yüzleri net olarak seçebiliyordum.
“Evet, kararım bu yöndeydi,” diye cevapladı avukat lakayt bir sesle. “Fakat arkadaşımı buna ikna
etmem kolay olmadı tabi. Cesedi mezarından çıkarıp otopsi yapalım dediğimde birden çılgınlar gibi ellerini kollarını sallayarak mesleki ahlaktan, yasalardan, hapis hayatının zorluklarından ve İyonyalı bir doktora verdiği sözden filan bahsetmeye başladı. Deli gibi odada bir aşağı bir yukarı dolaşıyor ve kendi kendine ‘olmaz, olmaz’ diye sayıklıyordu. Tabi sonunda onu ikna etmesini bildim o da başka.” Yüksek perdeden güldü. Ellerini bira şişesinin üzerinde birleştirerek devam etti.
“İhtiyar adam, kendi isteği üzerine, karısının da mezarının bulunduğu küçük bir köy mezarlığına
gömülmüştü. Bu, kazı işimizi kolaylaştıracaktı. Gece boyunca tüm hazırlıklarımızı yaptık. Arkadaşıma yola çıkmadan evvel korkuyla karışık, ‘otopsi için gerekli malzemeleri yanına aldın mı?’ diye sordum. Yüzümdeki korku dolu ifadeye bakıp gülümsedi. ‘Adamın içini açacak değiliz merak etme. Basit birkaç işlem yeterli olacaktır. Tabi sonucu hemen öğrenemeyiz!’
“Yaklaşık iki saat süren yolculuk boyunca bozuk yollara defalarca küfrettiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Şener’in arabası ile gidiyorduk. Fakat yol hafızam pek kuvvetli olmadığı için zaman zaman yanlış yollara sapıyor ve bozuk köy yollarında arabanın içinde hoplaya zıplaya yol alıyorduk. Şöyle böyle derken neticede köy mezarlığına geldik. Mezarlara basmamak için özel gayret gösteriyor, mermer taşlarının arasından sağa sola zıplıyorduk. Etrafta kimse olmadığı için uzun uzadıya incelemiştim burayı. Mezarlık köyün en tenha yerine yapılmıştı. Çiçekler bakımsızlıktan kurumuş, topraklar kılcal damarlar gibi çatlaya çatlaya yarıklar oluşturmuştu. Son yapraklarını yıllar önce kaybettiği anlaşılan ağaçlar kuru bir dal gibi çıplak kalmış, mezar taşlarındaki yazıların birçoğu silinmişti. Ölülerin rahatsız edilmemesi gerektiği anlayışını köylüler yanlış anlamıştı sanki. Oysa ihtiyar adamın cenazesinde sadece biz elliye yakın sayımızla, sadece mevcut ölülere değil, köyün gelecekteki tüm ölülerine de yetecek kadar kalabalık oluşturmuştuk. Duyan gelmiş gibiydi. Mirasın büyüklüğü, herkesin bir anda ölü adamla ilişkisi olduğunu hatırlamaya yetmişti. O zamanlar köy cenazelerinde bu kaçınılmaz bir hadiseydi. Ölü ile hele de zenginse, en ufak bir münasebeti bulunanlar bile, koşa koşa taziyeye gelirlerdi. Köyün eşekleri hariç!” Bu aşağılayıcı şakasını korkunç kahkahası ile süsledi.
“Bu manzara özellikle Şener’i sevindirdi. Morali yerine gelmişti. ‘Boşuna telaş yapmışım, burası işgal edilse, köylünün iki ay sonra haberi olur,’ diyerek gülüyordu. Planın detaylarını orada kararlaştırdık, havanın biraz daha kararmasını bekleyip geceleyin mezarı kazacaktık. Gecenin bastırmasıyla, heyecanım arttı. Mezarın başında beklerken göğsümün daraldığını hissettim. Sık sık nefes alıp vererek rahatlamaya çalışıyordum. Şener’in ise can sıkıntısından çenesi düşmüştü, sürekli konu hakkında bilgiler verip duruyordu.”
‘Toksikoloji uzmanlık alanıma girmez ama yine de konu hakkında epey bilgi sahibiyimdir,’ diyordu.
‘Anlattıklarından yola çıkarak bu adam zehirlenmişse kullanılan zehrin muhtemelen Arsenik olacağı sonucuna vardım. Arsenik uzun süreli zehirlemelerde kolaylıkla tespit edilemeyen bir zehir türüdür. Kurbanın yiyeceklerine az miktarda konulur ve hiç kimse ne olduğunu kolay kolay anlayamaz. Zira kendine has bir tadı ve rengi yoktur. Zirai olarak da kullanıldığı için köy gibi yerlerde bile kolaylıkla bulunur ve kronik zehirlenme için dikkat çekmeden kullanılmaya müsaittir.’ Şener, satıcısıymış gibi sürekli Arsenik’e övgüler diziyor, mezar başında ölüye hangi madde yüzünden can verdiğinin izahını yapıyordu!
‘Fakat bu arkasında hiçbir iz bırakmadığını zannetmene neden olmasın,’ dedi elini kaldırarak. ‘Evet,
Arsenik’in kendine has rengi, tadı, kokusu yoktur ve bir gramı bile birkaç insanın ölmesine yetecek kadar etkilidir, fakat onu bir ağrı kesici gibi algılamamak lazım. Kronik vakalarda; saçta dökülmeler, tırnağın yapısının bozulması ve çabuk kırılması, uzun süreli iştah kaybı gibi semptomları vardır.’ O bunları mesleki tecrübelerinin verdiği rahatlıkla kolay kolay söylüyordu, fakat benim hazmetmem aynı kolaylıkla olmuyordu. Gecenin köründe uzaktaki köylerden gelen garip hayvan sesleri bir yana, her an yakalanacağımız korkusuna bir de bu bilgiler eklenince psikolojim bozulmaya başlamıştı. Fakat yine de hiç konuşmamaktan iyidir diye düşünüp katlanıyordum. Arsenik meselesine gelince; arkadaşımın söylediklerini okuduğum polisiye romanlarla kıyaslayınca, yaşamın, dikkatsiz yazarların aksine katillere böyle bir kolaylık sağlamadığını anladım. Romanlarda her şey ne kadar basitti!”
‘Kesin teşhis için bize lazım olan birkaç tırnak ve kökleriyle alınan birkaç tel saç. Bu kadarı işimizi görür,’ demişti Şener. Fakat bir süre sonra iyice karanlığa gömülen mezarlıkta işimizin zannettiğim kadar kolay olmayacağını anlamaya başladım. Uzaklardan gelen köpek ulumaları ve rüzgârın yerdeki yaprakları sürümesi dışında çıt yoktu. Mezarın başına gelince ikimiz de bir süre kaliteli mermerden yapılan mezar taşına baktık.
Ardından kollarımızı sıvayarak işe giriştik. Her ne kadar burası tenha bir yer olsa da hızlı hareket etmemiz gerekiyordu. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Gün doğmadan bu işi bitirmeliydik.”
“Her kazma darbesinde aklıma mezarını kazdığımız ölünün yüzünün aldığı şekiller geliyordu. Bir ara
gerginliğim tepe noktaya ulaştı. Arkadaşıma ölümü üzerinden çok geçmemiş cesetlerin bozulma durumlarını sordum. Neyle karışılacağımızı şimdiden öğrenmeli ve hazırlıklı olmalıydım. Konu hakkında deneyim sahibiydi. Eğer zehirlenmiş ve tahnitlenmemiş ise cesedin yüzünün birkaç gün sonra geçirdiği değişimlerin bazen insanı korkutacak derecede olduğunu, şimdiden kendimi hazırlamam gerektirdiğini belirtti. Şişme, çürüme, sararma ve kokudan da bahsederek iyice midemi bulandırdı. O gece Şener’in aktaracağı iğrenç detaylar bitmek bilmiyordu. Ben artık bir canavarın mezarını kazıyormuş gibi hissetmeye başladım. Hatta bir ara vaz geçmek bile geldi aklıma. Şener’e ekşi bir yüzle baktım. “Ölümü üzerinden neredeyse bir hafta geçti. Sakalları, tırnakları filan uzamış mıdır?” En çok bu detaydan korkuyordum. Gayet normal olarak gömdüğünüz birinin toprak altında sivri tırnaklı, uzun sakallı olarak hayal etmek ürpertiyordu beni?”
‘Bunlar şehir efsanesi,’ dedi gülerek. Nedense onun gülmesi rahatlatacağı yerde işleri büsbütün
zorlaştırıyordu.
‘Ölümden sonra vücutta ve deride gerilme çekilmeler olabilir. Bu var olan sakalın ve tırnağın daha
belirgin hale gelmesine neden olur. Ölümden sonra vücut hiçbir fonksiyonunu devam ettiremez!’
Avukat, arkadaşının kendisine verdiği bu ayrıntılı bilgileri kasıtlı olarak mı bize aktarıyordu bilmiyorum ama anlattıklarıyla hepimizi iğrendirdi. O anda odadaki herkesin aklına türlü türlü ceset görüntüleri geldiğine eminim. İçimizde en çok etkilenen Hüseyin Gürsan’dı. Yüzü sararmıştı. Sürekli yutkunduğunu görebiliyordum. Mehmet Baki ise coştukça coşuyor ve adeta bize hitabet dersi veriyordu. Yeni bir bira-sigara kombinasyonu yaptı.
“Mezarı kazarken vicdanımın rahatsız olduğunu hissettim. Üzerimde bir pişmanlık vardı. Arkadaşım
aksine iştahla toprağı yanlara doğru atıyordu. Baştaki o isteksizliği gitmişti. Bu işi yapmaya zorlanan sanki o değil de bendim. Birkaç saatlik kazı işleminden sonra tabuta yaklaştığımızı hissettik. Yağmur şiddetlenmişti. Tüylerim diken dikendi. Aklımda ölü adamın yüzünün aldığı şekiller, önümde zifiri karanlık ve beynimde mezarlığın tedirgin eden o sessizliği… Şener gayet sakin; ‘ölünün saçının sadece diplerinde arseniğe rastlarsak, bu yeni yeni zehirlenmeye başladığının belirtisidir. Yok, eğer ucunda da zehir tespit edersek, buna uzun süreli bir zehirlenme vakası diyebiliriz,’ diye ara bilgiler veriyordu. Aslında bunda anormal bir durum yok. Doktorlar, özellikle de otopsi tecrübesi olanlar için, insan vücudunun hamurdan pek bir farkı yoktur. Onlar insanın ciğerini, kalbini, yap-boz gibi söküp takar, bağırsaklarını, pankreasını enine boyuna inceler, akşam vakti geldiğinde de evlerine dönüp karılarını öper ve yemeklerini iştahla yerler.” Recep Gönen Avukata itiraz için öne doğru eğildi fakat konuşmayı bölmek istemediğinden, tekrar arkasına yaslandı.
“Yorulduğum için arkadaşımla kazma-kürek değişimi yaptık,” dedi Avukat. “Hava biraz olsun
aydınlanmıştı. Kafamı kaldırdığımda tepemizdeki ayın bizi gözetlemek istercesine bulutların arasından çıktığını gördüm. Sanki sonucu bekleyenler arasında o da vardı! Kazmadan gelen tok sesler artık merakımızı tatmin edebileceğimizi müjdeliyordu bize. İşin sonuna gelmiştik nihayet. Kazma küreği bırakıp elimizle toprağı eşelemeye başladık. O kadar hızlı yapıyorduk ki, dışarıdan gören birisi, birini canlı canlı gömdüğümüzü ve hatamızın farkına vararak ölmeden yetişmeye çalışmak istediğimizi zannedebilirdi. Hızlı ve kesik kesik nefes alıyordum. Sanki yanı başımda elinde silah olan düşman askerleri, bana kendi mezarımı kazdırıyordu. Bir iki dakikalık bu ölü toprağını eşeleme işleminden sonra tabutun üzerine set olarak konulan tahtalara ulaştık. Titremeye başladığımı hissediyordum. Yanımızda getirdiğimiz şişeden su içmek isterken yere döküldü. Arkadaşım tahtaları kaldırmam için beni çukur içinde bıraktı ve ‘saçını kökünden alacağız, tırnağı da parmağın deri bitiminden sökeceğiz,’ diye ekledi. Ama yüzü sanki ‘eve giderken iki ekmek almayı unutmayalım’ der gibi rahattı. Benim aklım çıkıyordu. Cesaretimi kaybetmemek için gözlerimi kapatıp tahtaları bir bir kaldırmaya başladım. Yüreğim bu heyecanı kaldırmakta zorlanıyordu. Karanlıklar içinde dört metreye yakın bir çukur içindeydim ve Şener’in de arabasının yanına gittiğini düşünürsek, ölüyle baş başa sayılırdım. Bu gibi anlarda insan ne kadar sağduyulu ve rasyonel olursa olsun aklına bin bir türlü şey gelmesine mani olamaz. Bana da şimdi böyle olmuştu. Kalp atışlarım şiddetlendiğini, nefes alış verişim hızlandığını ve vücudumdan soğuk terler boşandığını hissediyordum. Her tarafımın çamur olduğunu hatırlıyorum. Tahtaların henüz iki tanesini kaldırmıştım ki tek başıma devam edemeyeceğimi anlayıp arkadaşımı çağırdım. Şener mezarın başına gelip bana yukarıdan baktı. Hiç bir hareket yapmadığımı görünce, ‘neden bekliyorsun?’ diye sordu. Korktuğumu itiraf etmek istemiyordum. ‘Aşağı in, beraber açalım tahtaları. Böyle çok yorucu oluyor!’
“Yanıma indi. Onun da eski sakinliğini kalmamıştı. Soluğunu kontrol etmekte zorlandığını fark ettim. Sık sık nefesini düzeltmeye çabalıyor ve elindeki pense benzeri aleti zar zor tutuyordu. Birlikte tahtaları kaldırmaya başladık.”
Herkes büyük bir merakla Mehmet Baki’nin yüzüne bakıyordu. Heyecanlanmıştım. Ellerimi masanın altında kucağımda birleştirdim. Avukat alevlerin aydınlattığı yüzünde birazdan sürpriz yapacak insanlara mahsus o gülümsemesiyle bakıyordu. Dudakları yukarıya doğru kıvrılmıştı. Sanki cesedi yanında getirmişti ve “bakın!” diyerek birden masanın üzerine koyacaktı.
“Tahta kapakları kaldırınca karşımıza tabut çıktı. Hemen çivilerini sökmeye başladık. Elimdeki feneri etrafta böcek var mı diye toprağa tuttum. Birkaç tane iğrenç yaratık gördüm. Midem bulanmaya başladı. Başım dönüyordu. Arkadaşım giderek fenalaştığımı görünce tek başına devam etmeyi teklif etti. Sevine sevine ölüm çukurundan çıktım. Hava almak için arkamı mezara vererek uzaklara daldım. Arkadaşımdan gelecek sesi bekledim bir süre. Çivilerin sökülme sesleri içimi gıcıkladı. Birkaç dakika böyle devam ettikten sonra Şener acı bir haykırışla; ‘olamaz’ diye bağırdı. Hemen ona doğru döndüm. Gözleri kocaman açılmıştı. ‘Sen bu adam ne zaman öldü demiştin?’ diye sordu.
‘Birkaç gün oldu.’
‘Manyak mısın sen? Bu ceset toprağa konulanı en az üç hafta olmuş. Birkaç günlük ceset böyle mi olur? Şunun haline bak!’
Hemen çukura attım kendimi. Tabutun içine bakmak istemiyordum. Şener burnunu tıkayarak açık tabuta doğru eğildi ve cesede baktı. Birkaç saniye ölüye anlamsızca baktıktan sonra kafasını kaldırarak korkunç bir yüz ifadesi ile suratıma gülmeye başladı. O anda herkesten ve her şeyden korkmaya müsaittim. Şimdi, fenerimin ışığında arkadaşım, geceleri mezarlarından çıkıp insanlara tebelleş olan canavarlar gibi görünüyordu gözümde. Deli gibi gülmeye başladı. Bana doğru bir iki adım attığı takdirde, o korkuyla kazma kürek girişebilirdim. İtiraf edeyim, o an aklıma ilk olarak arkadaşımın korkudan aklını kaybetmiş olabileceği geldi. Gülümsemesinin dudağında bıraktığı izle ‘tahmin et ne oldu?’ dedi.
‘Ne bileyim Şener,’ dedim. ‘Merakta bırakma adamı da söyle! Hem öyle deli gibi gülüp de adamı
korkutma!’
Ağır ağır yanıma geldi. Ben hala tetikteydim. Elini yavaşça omzuma attı. ‘Bu ceset bir kadına ait,’ dedi.
‘Yanlış mezarı kazmışız!’
Üzüntüyle elimi başıma götürerek olduğum yerde kalakaldım. ‘Yani adamın karısının mezarı mı bu?
Emin misin?”
‘Ölü de olsa bir erkek ile bir kadını ayırt edebilirim! Neyse, en azından diğer mezarı kazmak bunun
kadar zor olmayacak. Hemen yanından kazmaya başlarsak bir saate kalmaz hallederiz.’
‘Yeniden mi kazacağız?’
Elini iki yana açtı.
‘Fakat nasıl olur? Adamın mezarının buradaki olduğuna eminim. Hem biz yanıldık diyelim ya mezar
taşı?’
‘Aile kabirlerinde böyle şeyler olabilir.’
Etrafa yayılan kötü kokudan bir hayli rahatsız olmuştum. Cesaretimi toplayıp kadının cesedine
bakamıyordum bile. Göz ucuyla baktığımda çürümüş kefen bezinin altından yeşil bir beden üzerinde kurtçukla görmek yeterince korkunçtu zaten. Pişman olmuştum ama nafile. Artık geri dönemezdik. İlk denememizden bize miras kalan cesaretin verdiği rahatlıkla kazmaya devam ettik. Bir saate sonra diğer tabuta ulaşmıştık. Fakat tabutu açtığımızda tahminlerimizin çok daha ötesinde kötü bir manzara ile karşılaştık!”
Avukat hikâyesine burada ara verince zihnimden; şişmiş, yanmış, bozulmuş, kafası ezilmiş, beyni dışarı çıkmış, bağırsakları dökülmüş, gözleri oyulmuş, vücudunu böcekler sarmış, etleri çürümüş, onlarca ceset görüntüsü gelip geçiyordu ister istemez. Mehmet Baki on beş yirmi saniye bekledi. Sonra sanki beynimizi okumuş gibi gülümsedi. “Hayır, ölünün kurt gibi sivri dişleri çıkmamıştı, ya da üzerinde envaı çeşit böcekler, yılanlar, akrepler filan da yoktu. Canavar gibi gözlerini bize dikmemişti ya da canlanıp üzerimize atlamamıştı.”
Söyledikleri olmadığı için adeta rahatladım.
“Hayır, bunların hiçbiri olmadı. Bunlardan çok daha kötüsü oldu!”
Ben daha kötüsüne hayal gücüm el vermediği için tahmin yürütemiyordum. Ama gerek de kalmamıştı. Çünkü kulaklarıma inanamadığımız ve birkaç kez tekrar etmek zorunda bıraktığımız o cümleyi en coşkulu sesiyle söyledi. “Çok daha kötü bir durumdu. Zira tabutun içi bomboştu!”
Yine sessizlik. Yine nefes alıp vermeye kısa bir ara! Masalcı adam dinleyicilerin açık ağızlarına bakıp kahkaha ile gülüyordu. Böylesine bir final yapmış olmanın sevinciyle şişeyi kafaya dikti. Tek eliyle şişeyi kavramış diğer eliyle de masayı kavramıştı. Mezarın boş olması ikisini o anda ne kadar şaşırttıysa bizi de şimdi aynı oranda hayrete düşürmüştü. Herkes kısa bir süreliğine felç geçirmiş gibiydi.
“Zehirlendiğini düşündüğümüz adamın tabutunda olmamasının bizi ne kadar şaşırttığını varın siz hesap edin! O gece hissettiğim duyguları bir insan ancak on farklı olay sonucunda yaşayabilirdi. Korku, heyecan, sevinç, ümit, kızgınlık, üzüntü, şaşkınlık, hayal kırıklığı… Dengem o kadar bozulmuştu ki adamın kendi tabutuna bir süre önce ölen karısını koyup mezarından kaçıp gittiği bile geldi aklıma.
Aklıma cenaze evindeki küçük kızın tabutun üstüne çizdiği kalp şekli geldi birden. Olayı arkadaşıma
kısaca anlattım ve hemen elimdeki fenerin ışığını tabutun çevresinde gezdirmeye başladım. Fakat nafile! Tabutta buna benzer en ufak bir şekil yoktu. Diğer tabuta da Şener baktı. Onda da böyle bir şey mevcut değildi. Anlaşılan tabut çalınmış yerine aynısından başka bir tabut konulmuştu. Fakat bunu kim ve neden yapmıştı?”
“Birkaç dakika sonra işin aslını anladık. En başta kazdığımız mezar doğruydu. Yani içinde ihtiyar kadının cesedinin bulunduğu mezar aslında yaşlı adama aitti. Fakat birisi, bizden önce iki mezarı da açmış ve tabutların yerini değiştirmişti. Daha sonra ihtiyar adamın cesedini tabutuyla birlikte alıp mezarına aynısından yeni bir tabut koymuştu. Bu kadar zahmete katlandığına göre yaşlı adam hakikaten zehirlenerek öldürülmüş olmalıydı. Mutabık kaldığımız sonuç buydu. İki mezarı da hızlıca kapattık. Bu esnada arkadaşım bana anlamsız gelen bir harekette bulunarak, bunca çabanın hırsından mıdır yahut bir doktorun içgüdüsü ile mi bilmiyorum, kadının vücudundan bazı örnekler aldı. Birkaç saat sonra yorgunluktan bitmiş bir halde mezarları kapattık. Uzaktaki köylerden birinin minarelerinden, ‘Tanrı uludur’ sesleri kulağımıza kadar çalınmaya başlamıştı.”
“Birkaç gün sonra arkadaşımdan haber ulaştı. Örnekleri laboratuvarda incelediğini ve kadının
zehirlendiğine dair bir bulgu olmadığını bildirdi. İşini garantiye almak adına geride hiçbir şey bırakmayan katil kimdi? Cesedi ne yapmıştı? Yok etmeye fırsat bulabilmiş miydi? Kısacası zihnimde beliren küçük bir soru işareti ile başlayan maceramız, kocaman soru işaretleriyle sona ermişti.”
“Sarhoş gibi geçirdiğim gecenin ardından ertesi gün, mezarı kazıp kaçak otopsi yapmayı tavsiye eden iç sesim yine başucuma dikilmiş yaşadığımız olağanüstü şeyleri Elam’ın yanına gidip yüzüne haykırmamı söylüyordu. Fakat her zaman temkinli olmamı öğütleyen diğer ses, ölünün mezarını açmak gibi tehlikeli bir işe kalkışmamam lazım geldiğini ta başından beri söylediğini ve bu kez olsun kendisini dinleyerek böyle bir şeyi yapmamam gerektiğini fısıldıyordu. Ses fısıltıyı bastırdı. Bu olayın üzerini örtmeyecektim. Maddi olarak zarara uğrayacak olsam da avukatlık değil, insanlık görevimi yapmaya karar verdim. Ancak bunu da usulüne uygun yapmalıydım. Bir anda pat diye her şeyi anlatmam kimseni yararına olmazdı.”
Sona geldiğini belirtir gibi ellerini açtı. “Hikâyemi burada bitiyorum beyler. Tüm önemli yerleri size
anlattığımı sanıyorum. Neticede bir şeyler bulmak için uğraştık durduk, fakat sonunda hiçbir şey bulamadık. Tabi aslında hiçbir şey bulamamız bir şey bulduğumuzun kanıtıydı!” Yüzünde beliren memnun ifade, söylediği paradoksun ilk defa şimdi aklına geldiğini gösteriyordu. “Şimdi sıra sizde,” dedi ellerini ovuşturarak. “Hadi bakalım gösterin kendinizi!”
Masadaki bira şişesini aldı ve gururlu bir tavırla başını arkaya yaslayarak ağzına dikti. Şimdi sevinçten parlayan gözlerini üzerimize dikmiş, hamlelerimizi bekliyordu. Bu haksızlıktı! Herkesin benim gibi düşündüğüne emindim. Hikâye burada sonlanmıyordu. Bilinçli bir tercihle yapmıştı bunu Avukat! Fakat oyunu kuralına göre oynamalıydık. Mademki Kulüp Muamma’nın üyeleri bu türden esrarlı vakaları eğlenceli bir problem gözüyle görmeye meyilliydi, o halde vakit cevherlerin ortaya çıkma vaktiydi! Ve odada en az bir cevher bulunuyordu.
“Mehmet Bey,” diye konuşmaya başladı cevher. “Katilin kimliği ile ilgili birkaç şey söyleyerek
başlayayım isterseniz. Zehirlenme vakası olduysa -ki şimdilik bunu kabul ediyoruz- bunu iki kardeşin yapma ihtimali de var. Her ikisinin de bunu yapmak için sebebi ve imkânı varmış. Bunun dışında yaşlı adamla aynı evde kalıp onu zehirleyebilen, daha sonra tabutu yerinden alıp cesedi saklama imkânına sahip olan kişi olarak en mantıklı seçenek, bir vasiyetname hazırlansa idi hazırlanmazdan evvelkinden daha kötü duruma düşecek olan kişi olması bakımından abisi gibi duruyor.” Odada kısa bir süre sessizlik oldu. Mithat’ın uzun cümlesini düşündüm. Galiba abisinin en güçlü katil adayı olduğunu söylemek istemişti. Mehmet Baki öne doğru hafifçe eğildi. “Demek büyük dedektifimiz, katilin ağabey olduğunu söylüyor,” Bu adamın hareketlerinde beni rahatsız eden bir şey vardı ama ne olduğunu çözememiştim. Mithat irkilmiş gibi Avukatın suratına baktı.
“Ne münasebet. Ben böyle bir şey demedim ki?”
Şaşırma sırası Mehmet Baki’deydi. “Demediniz mi?” dedi yerinde zıplayarak. “O halde kim? Elam mı?”
“Hayır!”
“Yoksa ortada bir katil yok mu diyeceksiniz?”
Arkadaşımın gözleri parıldıyordu. “Öncelikle şunu söyleyeyim. Ben hikâyenin burada bittiğine inanmıyorum. Bu kadar esrarengiz olaylar peş peşe olurken siz hiçbir şey olmamış gibi köyü terk etmiş olamazsınız. Bu pasiflik; küçük bir şüphe üzerine ölünün mezarını gizlice kazarak cesedine otopsi yapmak isteyen birinin karakterine hiç uygun değil! Bence şöyle yaptınız: önünüzde iki seçenek vardı. Birincisi; kaçak olarak başladığınız bu işe, yine aynı şekilde devam etmek. Ancak sıradan bir insanın polisin yardımı olmadan bir cesedi ortaya çıkarması ve üzerinde araştırma yapması çok zordur. İkinci seçenek ise; polise haber vermek… Burada da önünüzde iki ayrı yol uzanıyor. İlki; polise bu maceranızdan bahsetmeden, sadece şüphelendiğinizi anlatarak harekete geçirmek… Ancak bu yolu tercih ettiğinizi zannetmiyorum. Çünkü polisi ikna etmek meşakkatli bir iştir ve dahası polis araştırma yapınca; mezarlıkta ve tabutlarda size ve arkadaşınıza ait parmak izinize, ayak izinize rastlayabilirdi. Bu kez kalkıştığınız bu işten ötürü ceza alma olasılığınız vardı. Tabi bir de cesedi sizin ortadan kaldırmadığınıza dair uzun bir uğraş vermek zorunda kalacaktınız. İkinci yol ise, bence tercih ettiğiniz yol, nispeten daha kolay: Polise gidip her şeyi anlatmanız. Yani Elam’ın sizi nasıl harekete geçirdiği, İzmir yolculuğunuzu, temizlikçi ile olan konuşmanızı, şüphelerinizi ve son olarak arkadaşınızla olan mezar kazma maceranızı… Tabi ki polis böyle bir işe giriştiğiniz için yine hakkınızda bir soruşturma açabilirdi, ancak en azından mezar kazıldığında onları aldatmadığınız ortaya çıkacaktı. Böylece bulunan izleriniz için de ayrıca açıklama
yapmak zorunda kalmayacaktınız.” Gülümseyerek Mehmet Baki’ye baktı ve gözlerini kırptı. “Haksız mıyım?”
Avukat gülerek ellerini ensesinde birleştirdi: “Mithat Bey, hem tespitleriniz hem de insan psikolojisi
hakkında verdiğiniz ipuçları muazzam. Acaba katil hakkında da bir fikir yürütebilir misiniz?”
Mithat ağır hareketlerle sigarasını yaktı. Sonra yine aynı yavaşlıkla kül tablasına koyarak parmağını
şakağına dayadı. “Temizlikçi Hanım,” dedi buğulu bir sesle. “Doktor Macit Kılıç’ın, ihtiyarın ölümüne yetişemediğini ve daha sonra cenazesinde de bulunmadığını söyledi değil mi?”
“Evet. Cenazenin ertesi günü gelmişti doktor.”
“Ne büyük talihsizlik!”
“Neden?”
“Aylardır zehirlediği adamın ölümünü görememiş.” Dudağını bükerek sigarasına sarıldı. Avukat ses
çıkarmayınca devam etti.
“Bence olayı yaşlı adamın karakteri ve davranışlarından yola çıkarak çözebiliriz. Şimdi size muhtemelen o günlerde neler olup bittiğini tahlil edeceğim: İhtiyar adam, anlattığınıza göre; aile bağlarına önem veren, örf ve adetlerine bağlı bir insanmış. Fakat çocuklarının hiç çalışmadan aşırı zenginliğe kavuşmuş birçok genç gibi hovarda olduklarını görünce malları onlara hayatta iken vermeyi reddetmiş. Bu şekilde üzerlerinde kurduğu otoriteyi de devam ettireceğini düşünmüş olmalı. Bu, ihtiyarın neden mallarını yaşarken çocuklarına bırakmadığının sebebi… Fakat çocuklar bir an önce özgürlüklerine ve mirasa kavuşmak istiyorlardı. Lakin seneler geçiyor, ihtiyar adamın Azrail’le tanışma günü bir türlü gelmek bilmiyordu. İşi kadere bırakmanın netice vermeyeceğini anlayınca, nihayet kendilerinin işe el atmak zorunda olduklarını düşündüler. Doktorla nasıl anlaştılar bilemiyorum. Belki adamın para zaafının ya da karakter eksikliğinin farkına vardılar. Ya da zamanla bu iki farklı düşünce aynı ortak çıkar üzerinde birleşti. Her neyse! Neticede doktorla muhtemelen belirli bir ücret karşılığı anlaşarak, babalarını yavaş yavaş zehirlemeye başladılar. Böylece kimse şüphelenmeyecekti, zira şüphelenmesi gereken kişi zaten zehirleyen kişinin ta kendisi olacaktı. Doktor belki arada bir yaşlı adama ızdırap dindirici bir takım ilaçlar yazıp iğneler yapıyor böylece acılarını dindiriyordu. Fakat esasında arsenik öyle çok acı verici bir zehir olmadığı için çoğu kez buna da gerek kalmıyordu. Ve nihayetinde beklenen son gerçekleşti: ihtiyar adam öldü ve karısının yanına gömüldü. Anlattığınıza göre doktor o günlerde şehir dışındaymış. Bu kaçışı
ayarladığını zannetmiyorum, zira doktor da olsanız, küçük dozlarda zehirlediğiniz bir insanın ne zaman öleceğini tam olarak kestirmeniz mümkün değildir.”
“İşte beyler, işler burada Arapsaçına döndü. Babasının ölüm döşeğinde olduğunu anlayınca iki kardeş oturup malları kendi aralarında bölüşmek istediler. Yine sizin anlattıklarınızdan anladığımız kadarıyla ihtiyar adam vasiyetname hazırlamamıştı. Zira böyle olsaydı size gerek kalmaz, mallar belirlendiği şekilde bölüşülürdü. Fakat böyle olmadı. Kardeşlerin anneleri de öldüğü için tüm mal iki kardeşe kalıyordu. Ancak bu göz kamaştırıcı servet, abi ile kardeş arasında anlaşmazlığa neden oldu. Elam’ın abisi malları eşit olarak paylaşmaya yanaşmıyordu. Kardeş konuşarak bu işi halledemeyeceğini anlayınca, size mektup yazdı. Oraya vardığınızda ihtiyar adam ölüm döşeğindeydi. Abisi ile tanıştırıldığınızda, adam karşısında bir avukat görünce öfkeden köpürdü. Gizliden gizliye yaptıkları plan suya düşebilir, mahkeme işleri karıştırabilirdi. Üstelik tüm bunlar kardeşinin marifetiydi. Siz iki kardeşi yalnız bırakıp dışarı çıkarken kardeşine ‘sen ne yaptığını zannediyorsun geri zekâlı!’ diye bağırdı. Öfkeden delirmişti. Ama o anda zannettiğiniz gibi miras meselesinden değil, babalarını zehirleyerek öldürdüklerinin anlaşılması ihtimalini düşünerek, kardeşine tedbirsizliği yüzünden bağırıyordu. Elam sizi oraya çağırarak durduk yere kendilerini tehlikeye atmışı. Belki tıp konusunda bilgi sahibi olsa idiniz adamın öldüğü gün bazı şeylerden şüphelenebilirdiniz. Üstelik doktor şehir dışında olduğu için kardeşler bu işi kıvıramaz her şeyi eline yüzüne bulaştırabilirlerdi. Zaten abinin bu kadar stresli olmasını da doktorun o sırada orada olmamasına bağlıyorum. Zira bu işi planlayan ve yürürlüğe koyan doktordu. Bu onun ihtisas alanıydı. Bu yüzen en ufak bir falso her şeyi mahvedebilirdi. Neyse ki korktukları olmadı. Adam öldü ve hiç kimse hiçbir şeyden şüphelenmedi. Elam muhtemelen o zaman mirası eşit şekilde bölüşülmesini abisine tekrar teklif etti ve abisi de mecburen bunu kabul etti. Kardeşi de yanınıza gelip işin hallolduğunu ve artık dava açmaya gerek kalmadığını söyledi. Tabi sizin parayı kabul edip oradan ayrılacağınızı umuyordu. Bu yüzden size yüksek bir ücret önerdi.”
“Fakat siz bu şüphe çekici durumun üzerine gidip ihtiyar adamın temizlikçisi ile konuşunca abinin
korktuğu şey oldu. Yani adamın öldürüldüğünü düşünmeye başladınız. Ardından Elam’a defin raporu veren doktoru sorunca şaşıran ve korkan Elam, bu olayı abisine anlattı ve abi kardeş oturarak ne yapacaklarını düşündüler. Yapılacak en iyi yolun otopsi tehlikesine karşı cesedi yok etmek olduğuna karar verdiler. Muhtemelen birini kiralayarak mezarı kazma işini ona devrettiler. Adama aynı tabuttan temin ederek cesedi tabutuyla birlikte almasını istediler. Fakat eğer otopsi için mezar açılırsa boş tabutla karşılaşılma ihtimaline karşılık da hemen yanındaki tabutla yer değiştirmesini tembihlemişlerdi. Bu çok acemice bir yöntem olmasına karşın yine de mezara boş bir tabut bırakmaktan daha mantıklıydı. Kısacası siz İzmir’den kafanız karışık bir vaziyette ayrılıp tekrar oraya gittiğiniz o bir kaç gün içinde mezar kazılmış ve mesele halledilmişti. Siz, acaba Elam abisinin kendisini öldürmekle tehdit ettiği için mi mirastaki hakkından vazgeçti diye düşünüyorken, onlar babalarının cesedini mezardan nasıl kaçıracaklarının planını yapıyorlardı kısacası.” Mithat’ın durumu bu şekilde ortaya koyması çocukların gözümüzde şeytana dönüşmesine yetti. Zaten aslında öyleydi de… Çocuklar para uğruna iblis bir doktorla anlaşıp babalarını öldürmüş, bununla da yetinmeyip mezarından cesedini çalmışlardı. Arkadaşım bir tahlil harikası olan konuşmasına devam etti.
“Bu yüzden, mezarı kim kazdı bilmiyorum, zaten önemli de değil, fakat zehir işinin doktor ve çocukların ortaklığıyla yapıldığına eminim. Evet, teorim bu yönde… Tabi bu anlattıklarımın pek çoğu tahmine dayanıyor. Ne var ki doğru olduğunu düşünüyorum. En azından ana eksende yanılmadığımı sanıyorum.”
Avukat hayran hayran arkadaşıma baktı. “Bravo” dedi bağırarak. “Bazı noktalarda yanılsanız da genel anlamda çok doğruydu tespitleriniz. Gerçi bana pek bir şey bırakmadınız ama daha sonra olanları anlatayım. Evet, dediğiniz gibi polise tüm olayı anlatmaktan başka bir yolumuz kalmadığını görünce mecburen gidip her şeyi anlattık ve soruşturma açıldı. Mezar kazılıp yerleri değiştirildiği ve adamın tabutuyla birlikte ortadan kaybolduğu görülünce olayla ilgili herkes sorgu altına alındı. Geçmişe yönelik banka hareketleri takip edildi. Buradan bir netice alınmadı. Fakat bu sürpriz değildi. Zira paranın elden verilmesi daha muhtemeldi. Uzun araştırmalar sonunda ceset, doktorun çalıştığı hastanedeki morgda bulundu. Ceset başka bir isim adı altında morgda bekletiliyordu. Doktor ihtiyar adamın cesedini gözetim atında tutulan hastanenin morgundan çıkarmaya bir türlü fırsat bulamadığını sorgu esnasında itiraf etti. Ceset üzerinde yapılan otopsi sonucunda ihtiyar adamın ölümünün kronik zehirlenme sonucu olduğu ortaya çıktı. Zehir olarak da arsenik kullanılmıştı. Benim aklıma doktordan şüphelenmek hiç gelmemişti açıkçası.”
Mithat Avukatın yüzüne öyle bir güldü ki bu tebessümü gören herkes arkadaşımın, ‘işte ben bu yüzden başarılı bir dedektifim, sen değilsin’ demek istediğini anladı. Mithat’ın özgüven patlaması yaşadığı bu anda egolarını tatmin etmeden durabilmesini takdir ettim.
Avukat, hikâyesinin bittiğini belirtir gibi sigarasına sarıldı ve parmaklarını iç içe geçirerek dizlerini
masaya dayadı. Herkes güzel bir yemeğin damakta bıraktığı tat gibi bir zevkle hikâyeyi sindirmeye başladı. Birkaç dakikalık durgunluk sonrası Burhan Kemalettin söz aldı: ”On dakika ara verelim, sonra ben anlatmak istiyorum.” Teklifi olumlu karşılandı. Herkes ufaktan ayaklanmıştı ki, Avni Urel “bir dakika!” diye bağırdı. “Peki, şu doktorla çocuklara ne oldu?”
Mehmet Baki; “doktor meslekten men edildi ve cinayetten yargılandı, çocuklar ise azmettirici olarak
yargılandı,” dedi. “İdam edilmediler, ancak üçü de ağırlaştırılmış müebbet cezası aldılar.”
Adaletin yerini bulduğu inancıyla bir süre kafalar sallandı, vücutlar gevşedi ve sandalyelere yaslanıldı. Recep Gönen ellerini birbirine vurarak, “hadi beyler ihtiyaç molası, prostatlar önden!” diye gereksiz bir espri yapana kadar herkesin aklının hikâyede kaldığına eminim.
Herkes ayağa kalktı ve aşağıya doğru birer ikişer indi. Zira bu katta bulunduğumuz odadan başka bir şey yoktu. Serserilerin ‘lanetli’ adını taktığı bu ev ne garip bir yerdi!
Süleyman Baş kimdir?
Polisiye Öykü İğne Deliği hakkında yorumlarınızı bırakırsanız memnun oluruz.
Yazar:
En Son Yazıları
- Hikaye30 Mayıs 2016Polisiye Öykü Oku: İğne Deliği
- Hikaye12 Ekim 2015Polisiye Hikaye Hayalet-Bölüm 2 Sonuc
- Hikaye12 Ekim 2015Polisiye Hikaye Hayalet-Bölüm 1
- Hikaye22 Mart 2015Katil Kim Polisiye Hikaye Bölüm 1