Katil Kim Polisiye Hikaye Bölüm 1

Katil Kim Polisiye Hikaye Bölüm 1

Avni Urel bir polisiye hikaye anlatıyor:

Yirmi dakika sonra herkes aynı oturma sırasıyla masadaki yerini aldı. Burhan Kemalettin, Mehmet Baki gibi iyi bir hatipten sonra anlatıcı olmanın dezavantajlarına dair birkaç şey söyleyerek konuya girdi. Kore savaşı sırasında bir Türk askerinin içinde birkaç mermi bulunan silahıyla bir grup Kuzey Koreliyi nasıl öldürdüğüyle ilgili bir anı anlattı. Fakat anlattığı hikâye hem kısa hem de çok belirsizdi. İnandırıcılıktan çok uzak olaya bir de doğaüstü güçlerin devreye girmesini ekleyince masadaki herkes haklı bir şekilde isyan etti. Sonradan öğrendik ki grupta bu tarz metafizik hadiselere inanan tek kişi Kaptan’dı.

Recep Gönen gözlüğüyle oynadı. “Şeytanların ve meleklerin burnunu sokmadığı ve henüz ermiş mertebesine ulaşamayan biz fanilerin de akıl erdirebileceği bir hikâyeniz yok mu?”

Katil Kim

Avni Urel de bu alaya katıldı. “Benim de buna benzer bir hikâyem var fakat şeytan tarafından anlatmamam için uyarıldım.” Öksürükle karışık bir kahkaha attı. Kaptan’ın hıncı yüzünden okunabilir bir seviyeye ulaştı. Cerrah aynı alaycı üslupla devam etti. “Fakat anlatacağım. Kim takar şeytanı!” Ellerini hızla salladı.

“Hikâyemin kahramanı bir Sih… Yıllar önce Hindistan’da rastlamıştım bu adama. Kutsal Ganj Nehri’nin kenarına konuşlanmış, kutsal kutsal oturuyordu. Etrafı bir hayli kalabalıktı. Gördüğüm en uzun sakallı insandı. Adam inancına göre saçını ve sakalını bilmem kaç yüzyıldır kesmiyormuş. Sonradan öğrendim ki sadece saçı ve sakalını değil, birçok Sih vücudunun hiçbir kılını kesmiyormuş. Peh! Tanrı Hindistan’daki berberleri korusun.” Eliyle hiçbir ideolojide hiçbir anlam taşımadığını tahmin ettiğim istavroz benzeri bir hareket yaptı.

Recep Gönen; “bir de büyükbaş hayvancılıkla uğraşanları,” diye atıldı ve gevrek gevrek güldü. Beriki gülerek birasından bir yudum aldı.

“İşte bu adam orada pek rağbet gören bir tür dini önder gibi biriydi. Meydanda bir takım sihirbazlık numaraları yapıyordu. Bir köşeye geçip izlemeye başladım. Sih; havaya bir ip attı ve havada asılı halde duran bu ipe tırmandı. Kalabalık deli gibi bağırıp çağırarak, avuçlarını patlatırcasına adamı alkışladı. Sih tekrar ipten aşağı inerek yanımıza geldi. Kendinden geçmiş gibi bağırarak bir şeyler söylemeye başladı. Etrafında halka olan kalabalığın uğultusu yüzünden adamın sesini duyamıyordum. Arkadaşım söylediklerini bana çevirdi. Adam yaptığı gösteride hiçbir hilenin olmadığını, tamamen metafiziksel güçle alakalı olduğunu iddia ediyordu. ‘Ben gerçeğim, gerçek benim’ diye
sloganvari bir şekilde bağırıyordu.

“Sat Nam!”

“Efendim?”

Kaptan yabancı bir dilde küfrediyormuş gibi sert bir sesle tekrarladı: “Sat Nam! ‘Gerçek, özümdür!’ anlamına gelir. Meditasyona girerken kullanılan cümlelerden biridir. Ruha aydınlık verdiğine inanılır!” Bunu bildiği için utanıyormuş gibi koltuğunda büzüldü.

Avni Urel aynı ciddiyetsizliğini devam ettirdi. “Her neyse işte! Bence bu tür işlerden para kazanmaktan daha rezil bir şey varsa, o da yapılan gösteride hile olmadığını iddia etmektir. Bu ip atma gösterisini defalarca izledim, ancak numarasını nasıl yaptığını bir türlü anlayamadım. Fakat bir şey dikkatimi çekti. Sih, gösterisi sırasında sadece dik bir düzlem üzerinde hareket edebiliyordu. Bu da adama karşı az da olsa var olan saygımı
yitirmeme neden oldu.”

“Niye?” dedi Doktor piposunu iki eliyle kavrayarak. “Nasıl yaptığını anlamamışsın işte. Adamın tırmanma şeklinden sana ne?”

Cerrah elini açarak “Garipliği fark etmiyor musun?” dedi. “Olağanüstü bir şey yapma iddiasındaki bir insan, kendisini bu şekilde sınırlayabilir mi?  Bir adam; ‘evet, denizin üzerinde yürüyebilirim, ama bu sırada tek ayağımı kaldırmamı beklemeyin benden, yoksa düşerim’ diyebilir mi? Ya da; ‘sadece penceresi güneye bakan evlerden atlarsam havada durabilirim’ diyen birinden şüphelenmez misiniz? İşte bu adamınki de bu hesap. Olağanüstü bir şey yaparken, çok basit bir şeyi başaramıyordu.”

Avukat araya girdi. “Bu söylediğin metafiziğe iman eden insanlar için geçerlidir. Misal; Nuh Tufanına inanan bir insandan, tufan esnasında gemiye alınmayan su canlılarının suda nasıl boğulduğunu, ya da gemideki hayvanların nasıl olup da ekolojik dengeye aykırı hareket ederek günlerce birbirine zarar vermeden yol aldığını açıklaması beklenemez. Şüphe konusunda seçici davranılamaz, böyle bir şeye ya tamamen inanılır yahut tamamen
inkâr edilir.”

Cerrah araya daha başka kimse girmesin diye acele etti. “Neyse, birkaç yıl sonra tekrar aynı yere gittiğimde bu Sih’i orada göremedim. Sorup soruşturunca öğrendim ki; bu bir gün gösteri yaptığı yerin arkasındaki binanın yanması sonucu hızla olay yerine getirilmiş. Kalabalık, binanın dördüncü katında mahsur kalan küçük bir çocuğu havaya ip atıp tırmanarak kurtarmasını istemiş. Zavallı Sih de ellerini açarak aval aval adamların yüzüne bakmış. Birkaç dakika boyunca çocuğun yanarak can vermesini onlarla beraber izlemiş. Halk da galeyana gelerek bunu bir güzel pataklamış tabi. Adam da pılını pırtını toplayıp orayı terk etmek zorunda kalmış.”

Cerrahın anlattığı fıkra gibi olay hakikaten başından geçmiş miydi, yoksa sırf kaptanı zor duruma sokmak için bu anda mı uydurmuştu bilemiyorum. Fakat Burhan Beyi bir hayli kızdırmayı başarmıştı. Adamın hırsından yüzü kızarmış ve anlattığına anlatacağına pişman olmuştu. Onun adına üzülmüştüm. Karşısında hakikaten acımasız bir topluluk vardı. Kendini zorlukla frenledi. Dişlerinin arasından; “o adamlar da bu konuda en fazla sizin kadar
bilgililermiş demek ki!” dedi. “Bu iş çocuk oyuncağı değildir. Öyle herkesin istediği zaman istediği şekilde yapılamaz. Mental açıdan geçirilen tekâmüller sonrası bazı mertebelere ulaşılabilir.”

Cerrah’ın ince dudakları bir çizgi halini aldı. “Ben de onu diyorum işte. İstenildiği zaman istenildiği şekliyle yapılamaz. Şarlatanlar önceden hazırlanmış ve yanında bazı malzemelerini getirmiş olmalılar. Tabi siz bunu mertebe ile açıklıyorsanız o başka!” Ellerini yukarı kaldırdı. “Ey ulu sessizlik! Ey yüce boşluk!”

Bu hareketi herkesi kızdırmaya yetti. Bir inancı eleştirmek başka ona inanan bir insanla dalga geçmek başka şeylerdi. Kaptan yine de sükûnetini korudu.

“O adamın şarlatanın teki olmadığını nereden biliyorsun ayrıca? Belki adam sırf para kazanmak için insanların gözünü boyayan sahtekârın biriydi.”

Cerrah bu savunmayı bekliyormuş gibi kafasını salladı. “Tabi tabi. Hep böyle olur! Bu tarz şeylerin varlığına inanılır ama nedense bunu yaptığını iddia eden birine de hep sahtekâr gözüyle bakılır. Birisi ruh çağırdığını iddia eder söz gelimi. Hemen bir başkası çıkar ‘ruh çağırmak’ diye bir şeyin mevcut olduğunu, fakat ruh çağırdığı iddiasıyla ortaya çıkan adamın şarlatan olduğunu iddia eder. Bir diğeri çıkar, cinlerin olduğunu söyler. Yine aynı tepkiyle karşılanır. Kavram olarak inkâr edilmez ama kişisel olarak daima yalanlanır. Oysa ruh çağırmak mümkün ise pek tabi ki ruh çağıran birileri de olmalıdır.”

“Bu denli küçümsemeniz bilgi ve deneyim eksikliğinden kaynaklanıyor. Sizin muhatap olduğunuz adam belki gerçekten bu tarz güçlere sahipti ya da şarlatanın tekiydi bilemem. Aslında Sihlerin bu fenomenin neresinde olduğunu da bilmiyorum. Fakat Levitasyon denilen bu olay birçok uygarlıkta kabul görmüş mefhumdur. Canlı veya cansız kişi ya da nesnelerin belirli bir süre yer çekimine karşı gelmesi.”

Burhan Kemalettin bu olayla ilgili kayda geçmiş bir takım mevzulardan bahsetmeye başladı. Konuştukça Kaptan’ın bu dünyadan çok öte dünya ile ilgili bilgi sahibi olduğunu anlaşıldı. Ölüp gitse hiç yabancılık çekmeden diğer
tarafa uyum sağlayacaktı! Birkaç dakikalık konuşmasında paranormalite, spiritüalizm, metapsişik, ouija gibi o zamana kadar pek duymadığım kavramlardan bahsedip durdu. Onu dinlerken ekiptekilerin yüzleri alaycı bir ifadeye bürünüyor, bıyık altından tebessüm ediliyordu. Anlattıklarına burun kıvırmamız, adamın giderek daha da sinirlenmesine ve telaffuzu çok daha zor, garip kavramları kullanmasına neden oldu. Sanki bize sinirlendikçe hırsını lügatten çıkarıyordu! Hiç ilgimizi çekmediği halde okülist ve parapsikolojist arasındaki farkları da dinledikten sonra, daha fazla konuşmasını engellemek için hepimiz el birliğiyle adamın sinirlerini yatıştırmaya çalıştık.

Mehmet Baki; “evet, artık ayaklarımız yere değse iyi olur,” dedi sakin bir ses tonuyla. Konuyu hızla değiştirip ortamı yumuşatmak istedi.

“Şimdi kim anlatıyor?”

Avni Urel, “ben” diyerek sigarasını küllüğe bastırdı. Birasından bir yudum aldı ve daha yutmaya fırsat bulamadan; “şimdi bende sıra,” diye bağırdı. “Herhalde az önce anlattığım saçma sapan hikâyeyi saymayacaksınız.”

Fısıltılar ve homurdanmalar kesildi. Kaptan hariç hepimiz dinleme moduna girdik. Bastonunun gümüş sapını sıkı sıkıya kavramış, içinden gizli bir kılıç çıkararak hasmının göğsüne saplayacak gibi tutuyordu. Düşündükçe bastonun içinde bir meçin gizli olduğunu iyiden iyiye düşünmeye başladım. Kulüp Muamma ortamının o günlerde üzerimde nasıl kötü bir tesir bıraktığını kavramam için fikir vericiydi.

Cerrah gürültülü bir sesle boğazını temizledi. “Benim hikâyem de tıpkı Mehmet Beyinki gibi gazete ile başlıyor. Ve Burhan Bey’in şeytanlarının işe karışması ile sona eriyor!” Kaptan’a kaçamak bir bakış attı. “Şeytan demişken, ben bilinen manada şeytana filan inanmıyorum. Yanımda ne kadar kişiyi götürsem kardır mantığıyla sürekli insanların kötülüğü için çalışıp duran ve bir suç işlendiğine genellikle kabahati kendisine yüklenen bir varlık olarak onu reddediyorum. Fakat ‘şeytan’ adını taktığım bir şey var. O şey; insanın içinde saklı olan bir anlık düşünce. Şeytan bana göre bu düşüncenin ta kendisi. İşinde gücünde çalışan dürüst bir memurun, büyük bir miktarda parayı ele geçirme fırsatına sahip olunca açığa çıkan çalma isteği. Yahut bir katilin kurbanını öldürmeyi kafasına koyduğu ilk anda zihninde beliren şey…
Anlatacağım asıl hadiseden önce, bununla ilgili yaşadığım enteresan bir vaka nakledeyim size.” İçtiği puronun dumanı genzine kaçınca birkaç kez öksürerek boğazını temizledi.

“Bu olay üç yıl önce bir polis arkadaşımın başından geçti. İsmini vermeyeyim, fakat gazete arşivlerini kurcalarsanız kimden bahsettiğimi anlarsınız. İşte bu arkadaşım, üç yıl önce terfi almasına neden olan garip bir olay yaşadı.
Bakırköy’de bir banka soyulmuş ve olay yerine ekipler intikal etmişlerdi. Polis arkadaşım da ekipten biri olarak olayın içindeydi. Fakat bankayı kuşattıklarında soyguncuların ikisinin para dolu çantayı alıp kaçmayı başardığını,
geri kalan iki soyguncunun ise bankadan çıkamayıp içerideki müşteri ve çalışanları rehin aldığını öğrendiler. Polis, soygunculara rehineleri serbest bırakmaları halinde, iyi halden yargılanabileceklerini söylemiş. Soyguncular bu
teklifi kabul etmemiş ve rehineleri bankadan serbest çıkış yapmaları karşılığında bırakacaklarını açıklamışlar. Ekibin amiri, rehinelerin can sağlını öncelik alarak teklifi kabul etmiş. Fakat bu işleri bilirsiniz; polis suçlulara takip etmeyeceğine dair ne kadar söz verirse versin işler böyle yürümez. Rehineler sağ salim teslim alındıktan sonra muhakkak suçluların peşine düşülür.”

“Anlaşma sağlandıktan sonra, soygunculardan biri, elinde bir silahla iki rehinenin arkasına saklanarak banka kapısından çıkmış. Rehineleri siper alarak arka sokaklara girmiş. Tabi polis de belli mesafeye kadar onu takip edebilmiş. Haydut, rehineleri orada bırakarak tek başına kaçmaya başlamış. Polis hemen rehin alınan iki adamı kurtararak soyguncunun peşine düşmüş, diğer soyguncu halen içeride olduğu için ona da dışarı çıkması yönünde
talimat verilmiş. Dışarıdaki kısa kovalamaca sonucu kaçmaya çalışan soyguncu kıskıvrak yakalanmış. Yakalayan kişi, işte size bahsettiğim bu arkadaşım. Zaten arkadaşım kovalamaca konusunda gayet iyidir. Nice hırsızı tabana kuvvet
yakaladığını bilirim.”

“Fakat işte olay burada enteresanlaşmaya başlamış. Arkadaşım koşmaya başladığında soyguncunun neredeyse isteksiz bir şekilde kaçmaya çalıştığını fark etmiş. Adam koşmuyor adeta yürüyormuş. Tabi adam birkaç saniye
içinde enselenmiş. Arkadaşım eline kelepçeyi geçirirken soyguncunun sözleri ile sarsılmış. Adam aslında rehine olduğunu ve asıl suçluların az önce başlarına silah dayadığı iki kişi olduğunu söylemiş. Tabi bizimki birkaç saniye
afallamış, adamın saçmaladığını düşünmüş. ‘Yani aslında sen rehineydin onlar suçluydu, öyle mi?’ diye sormuş şaşkınlıkla. Adam başını sallamış. Adamın gerçeği söylediği karakolda ortaya çıkmış. Meğer bankadan çıkamayan iki
soyguncu, içeride şeytani bir plan yapmışlar. Müşterilerden birini esir alıp, adamın eline silahı vererek yüzlerindeki maskeyi ona geçirmişler. Kendileri de rehine gibi elleri ensede banka kapısından çıkmışlar. Eğer plana sadık kalmaz
yahut şüpheli bir harekette bulunursa adamı öldürmekle tehdit etmişler. Bizim gariban rehine ise korka korka kabul etmiş. Tabi polis rehine zannettiği haydutları ifadesi alınmak üzere bir kenara çektiğinde fırsatını bulur bulmaz
sıvışmışlar.”

Gayet zekice olan bu yöntemi içimizden takdir ettik.

“Bu olay o günlerde gündem olmuştu. Gazeteler bu fiyaskoyu uzun uzadıya yazıp emniyet teşkilatını, itibarına zarar verecek derecede, alaya almıştı.” Cerrah önündeki şişeyi açtı ve birkaç yudum aldı. Doktor elindeki çakıyla piposunun tütününü ezmekle meşguldü. Cerrah’ın konuşmadığını görünce; “ee” dedi. “Şeytanla ilgili bir şey demiştin.

Hikâye güzel ama şeytan bunun neresinde? Herhalde soyguncuların bu planı, şeytanın telkinleri sonucu yaptığını söylemeyeceksin?”

Cerrah sinirlenerek kükredi. “Böyle sabırsız dinleyici kitlesi de görmedim. Adama bir bira arası bile verdirmiyorsunuz.” Elindeki şişeyi sinirle salladı ve ağzına dayadı. İçtikçe hiddeti yerini sakinliğine bıraktı. Elinin tersiyle ağzını sildi. “Şeytan…” dedi ve sustu. Dirseğini masaya koyarak başını eline yasladı. “Bu olayın üzerinden bir ay geçmemişti ki polise bir kuyumcunun soyulduğu ihbarı geldi. İhbarı değerlendiren polisler kuyumcuyu soyan adamı olay yerinden kaçarken yakaladılar, fakat ölü olarak!

Enteresan taraf şuydu ki; ölen soyguncu, birkaç ay önce banka soygunundan rehine kılığında kaçan o iki hırsızdan biriydi! O olayda olduğu gibi bu olayın başrolünde de yine polis arkadaşım vardı. Hırsız kaçmak için ara sokaklara
dalmış, arkadaşım da onu kovalamaya başlamış. Adam dur emrine uymayıp kaçmaya çalışınca arkadaşım önce havaya ateş açmış, fakat adam kaçmaya devam edince onu bacağından vurmuştu. Adam yaralı haliyle cebinden silahını çıkarmaya yeltenince, tek kurşunla kafasından vurarak soyguncuyu öldürmüştü. Ya da daha nazik bir ifadeyle etkisiz hale getirmişti.”

“Arkadaşım mahkemeye çıktı ve olayı anlattı. Adamı uyarmak için önce havaya, daha sonra bacağına ateş ettiğini, fakat soyguncunun elindeki altın dolu keseyi bırakmak şöyle dursun, cebinden silahını çıkardığını, fakat kendisinin daha hızlı davranarak ateş ettiğini anlattı. Hâkim soyguncunun başının arkasından vurulmuş olduğunu hatırlattı. Hakikaten adam; başının arkasından, ense bitiminden vurulmuştu. Arkadaşım, adamı koşar vaziyette vurduğu için arkasının kendisine dönük olduğunu söyledi. Hırsız yaralı halde iken elini cebine atıp silahını çıkarmış fakat arkadaşım yüzünü dönmesine fırsat vermeden silahını ateşlemişti.”

“Neticede mahkeme kendisini haklı buldu. Emniyet teşkilatı birkaç ay önce yaşadığı hezimeti bir nebze olsun hafifletmişti. Arkadaşım taltif edilerek terfi aldı. Ne var ki arkadaşım esas itibariyle böyle aksiyonların adamı değildi. Lakin terfi alması ve maaşının artması onu rahatlatmıştı. Ya da biz dışarıdan öyle görüyorduk.” Esaslı bir iç çekişle
birasını yudumladı Avni Urel. İki eliyle şişeyi sıkarak kafasını önüne eğdi. Sanki önündeki şişeye dert yanıyormuş gibi devam etti. “Gerçek şu ki arkadaşım günden güne soluyor ve her seferinde daha kötü bir halde karşıma çıkıyordu. Sebebini sorduğumda ise hep bir bahane uydurup beni geçiştiriyordu. Bu birkaç ay böyle geçti. Bir gün perişan bir halde yanıma geldi ve bana her şeyi anlattı. İşte o zaman şeytanın nasıl bir anlık gafletin esiri olmuş bu
arkadaşımı esir aldığını öğrendim. Kimseye söylemeyeceğime dair inandığım tüm şeyler üzerine defalarca yemin ettirdikten sonra içini döktü. Tabi şimdi size anlatarak bu yeminimi bozmuş oluyorum.” Bunun kıymetini bilin der gibi gözünü açtı.

“Zaten o kadar az şeye inanıyorum ki; keşke inandıklarımın değil, inanmadıklarımın üzerine yemin ettirseydi.” Cerrah, belirsiz bir dudak hareketi yaptı. Gülüyor muydu yoksa üzülüyor muydu anlayamadım!

“Bana gerçekleri anlattı. Tüm gerçekleri!” Kederli bir baş hareketi yapıp, içini çekti. “Meğer olay onun mahkemede anlattığı gibi değilmiş! Arkadaşım o gün kuyumcunun soyulması sırasında hırsızı uzun süre takip edip ara sokaklardan birinde sıkıştırmış. Adam kaçamayacağını anlayınca elindeki altın dolu küçük keseyi yere bırakmış ve ellerini ensesinde birleştirmiş. Arkadaşım ise adama yaklaşıp ellerini kelepçelemek dururken daha önce kendileriyle de alay edilip aptal yerine konmasının hıncıyla silahını çıkarmış. Tabi adam arkası kendisine dönük olduğu için hiçbir şeyi görmemekteymiş. Usul usul polisin kendisini kelepçelemesini bekliyormuş.

Esasında arkadaşım da tam bunu yapmak için bir elinde silah diğer elinde kelepçe, hırsıza doğru yaklaşıyormuş. Fakat şeytan ara vermeksizin telkinde bulunmaya başlamış: ‘Kafasına sık! Bir daha bu fırsatı bulamazsın! Kimse yok
etrafta! Öldür onu! İntikamını al!’ Arkadaşım şeytana uyup, geri geri birkaç adım atarak hırsızla arasındaki mesafeyi artırmış. Arkası kendisine dönük olan ve ellerini kelepçelenmek üzere aşağı salan hırsızı tek bir laf dahi etmeden
kafasından vurmuş: Baam!”

Bir anda irkildim. Cerrah silah efektini silahın kendisinden daha korkunç bir şekilde vermeyi başarmıştı.

“Hırsız kurşunun başına isabet etmesiyle anında yere yığılmış tabi. Fakat arkadaşım işte o zaman ne kadar büyük bir hata yaptığını anlamış. Zira adama uyarı ateşi bile etmediğini, belden aşağısına vurmak varken direkt olarak kafasına sıktığını, üstelik bunu arkası dönükken yaptığını fark etmiş. Bunun başına bela açabileceği endişesi ile hızlıca düşünmeye başlamış. Ve çok geçmeden aklına zekice bir plan gelmiş.”

Cerrah gözlerini dört açmış ağzından çıkacaklarını dinleyen bu kitleye zevkle bakıyordu. “Anlaşılan şeytan, insanların başlarını belaya sokup onları orada kendi dertleriyle baş başa bırakmıyor, yardım da ediyor.
Zira ben arkadaşımı tanırım, öyle pratik zekâya sahip biri değildir. Telaş yaparak her şeyi eline yüzüne bulaştırması daha normaldi. Fakat nasıl olmuşsa, birkaç metre önünde boylu boyunca cansız vaziyette yatan soyguncu hakkında
kendisini kurtaracak güzel bir fikir gelmiş aklına. O da hemen bu fikri uygulamaya koymuş. Etrafa şöyle bir bakıp kimse olmadığını gördükten sonra belirli bir uzaklıktan, önce havaya, sonra da ölmüş olan soyguncunun bacağına
ateş etmiş. Daha sonra adama yaklaşarak cebindeki silahı çıkarıp eline tutuşturmuş. Böylece, altınlarla kaçmaya yeltenen adamı uyarma amaçlı önce havaya ateş açtığını, daha sonra bacağına vurarak etkisiz hale getirmek
istediğini, fakat adamın silahını çıkararak mukavemet etme niyeti sonucu mecburen kafasına sıkmak zorunda kaldığını söyleyebilecekmiş. Bana, ‘o anda şeytanın varlığını hissettim,’ diyordu bunları pişmanlıkla itiraf ederken.
‘Tıpkı şu anda seni duyduğum gibi duydum onu. Sesi bir fısıltı gibiydi daha çok. Sanki odadaki bebek uyanmasın diye kulağıma eğilmiş bir şeyler söylüyordu.
O kadar ikna ediciydi ki!’ Polis arkadaşımın pişmanlığını görmeliydiniz. Vicdan azabı onu yiyip bitiriyordu adeta. İşte ondan sonra, şeytanın varlığına inanmaya başladım.”

Anlatacağı hikâyenin bu olmadığını fark ederek baygın bakan gözleri kocaman açıldı. Tekrar kontrolü ele almak için ellerini masaya koydu.

“Ona verdiğim tavsiyeyi ve onun ne yaptığını burada anlatmam yersiz. Ben sadece kabul ettiğim manada şeytanın var olduğunu ve onun rolünü anlatmak istedim sizlere! Bunu da yaptım sanıyorum.” Eğer ortaya attığı her iddiasını böyle yan hikâyeler ile desteklemeye çalışacaksa, işimiz var demekti!
Saatin tik takları ve gıcırtıları kendini hatırlatmak istercesine arttı! Saat ikiyi geçiyor olmalıydı. Titrek mum alevi, bastıran karanlık karşısında örümcek bacakları gibi ince ışıklar saçıyordu. Bir süre sonra sadece varlığının ispatı
gibi cılız bir ateş yaymaya başladı. Bu gidişle bir müddet sonra görüntü yerine sadece ses ile yetinmek zorunda kalacaktık. Fakat bu duruma kimsenin itiraz edeceğini zannetmiyordum. Neticede ortada görülmeye değer bir şey mevcut değildi.

Cerrah önündeki kokteyllerden birini önüne çekti ve kristal kap içindeki buzlardan iki tanesini içine bıraktı. “Evet, dostlarım anlatacağım olayda da şeytan işe karıştı ve sonunda olan oldu, bom!” Çocukları korkutmak için
yapılan ani hareketlerden birini yaptı. Bu tür abartılı hareketler istenilen etkiyi yaratmadığı gibi çoğu kez ters teper. Fakat bu kez öyle olmadı. Herkes bu ‘bom’u anlamlı bir metafor olarak kabul etti. Tıpkı az önceki silahın ateş
sesini somutlaştırdığı gibi.

“Gerçi üzerinden sekiz-dokuz sene geçti. Benim hafızam Mehmet Bey kadar iyi değildir. Tarihleri pek aklımda tutamam. Fakat olaylar hafızama işler.” Parmağını şakağına bastırdı.

“O zamanlar şu an yasaklı olan bir gazetede iki sene başyazarlık yapmıştım. Gazetemizin iki bölümü çok okunuyordu. Birisi ‘siyasi yolsuzluklar’ dosyası, diğeri ise ‘esrarengiz vakalar’ adıyla benim tarafımdan hazırlanan suç hikâyeleri. Suç hikâyelerini hazırlarken tamamen hayal gücümden yardım alıyordum. Birkaç hafta sonra, işin ustası olmuştum. İnandırıcılığı artırmak adına bazı oyunlar yapıyordum. Misal; bir hikâyede, karakterlerden birine büyük ikramiye çıktığını varsayalım. Bu tarz bir şans, okuyucuyu öyküden soğutacaktır. Zira bu çok düşük ihtimalin karakterin başına gelmiş olması okuyucuda, yazarın dünyayı karakterinin etrafında döndürdüğü hissini uyandırır.
Peki, ya biletine büyük ikramiye isabet eden bir adam karakterize edilmiş olsaydı? İşte hiç bir okuyucu buna itiraz etmez ve kimse bunu abartılı bulamaz. Çünkü yazar akıllılık edip sondan başlamıştır. Neticede bu ikramiye mutlaka
birilerine çıkıyor öyle değil mi? Öyleyse neden tersten başlanmasın? İşte bu insan psikolojisinin, ‘olayın oluşu’ ile ‘olmuş bir olay’ arasında fark gözetmesinden kaynaklanır.”

Cerrahın konuya girme çabaları emniyette işkence metodu olarak kullanılabilirdi. Saat neredeyse üçe geliyordu ve anlatacağı konu hakkında en ufak fikrimiz yoktu.

“Aslında ben yazarlık yapmazdan evvel de suç hikâyeleri bölümü vardı gazetede. Birbirlerini doğrayan akrabaların, komşuların ve sair hikâyeleri yazılıyordu. Bu o günlerde –hatta şimdi de- popüler bir konuydu ve her gazetede buna benzer bölümler olurdu. Yazarı istifa edince genel müdür bölümü sonlandırılmak istedi, fakat ben formatını biraz değiştirerek yayımlamaya devam etmeyi teklif ettim. Deneme olarak bir aylık bir süre istedim. ‘Esrarengiz vakalar’ adını verdiğim bu yeni dizi, yeni formatıyla gazetenin son sayfasında yer alacaktı. Eski diziden tek farkı öykülerin içine bolca gizem katacak olmamdı.” Boynunu gömleğinin yakasından kurtarmak istermiş gibi sağa sola salladı. Birbirine yakın simsiyah gözler odada bir tur yaptı ve tekrar sabit bir noktada durdu. “Ve böylece yazmaya başladım. Öykülerimin hepsi kafamdan uydurduğum aslı astarı olmayan şeylerdi. Üzerlerinde saatlerce çalışıyor ve birçok hikâye yazıyordum. İlk birkaç ay boyunca gizemli öyküler yazdım, ancak dediğim gibi bunların hiçbirinde gerçeklik payı yoktu. Tamamen kurgusal şeylerdi. Hikâyelerimi yazarken uydurma isim ve adresler kullanıyordum. Fakat hiç
beklemediğim derecede olumlu tepkiler almaya başladım. Okuyucular beni büyük bir içtenlikle kutluyor, birçoğu olayda geçen kişilerin gerçek isimlerini ve adresleri öğrenmek istiyordu. Yazdıklarımın tamamen hayal ürünü olduğunu, gerçekle alakası olmadığını belirtmeme rağmen kimse bana inanmıyor, bunu o kişileri koruma içgüdüsüyle yaptığımı iddia ediyorlardı.” “Birkaç aylık yazı maratonundan sonra tükenmeye başladığımı hissettim. Yazacak malzeme bulmakta zorlanıyordum ve hikâyelerimin birbirine benziyordu. Diziyi bitirmemin daha iyi olacağını düşündüm. Patron bu fikrime karşı çıkarak, gazetenin en çok okunan bölümlerinden biri olan köşeme, ne yapıp edip devam etmem gerektiğini söyledi. Çok zor durumda kalmıştım. O sırada aklıma parlak bir fikir geldi. Mademki insanlar şimdiye kadar yazdıklarımın uydurma olduğunu kabullenmiyordu o halde ben de artık gerçek hikâyeler yazarak köşeme devam edecektim. Üstelik kurgu olanlar bu kadar ilgi çektiyse, kim bilir gerçek
hikayeler nasıl bir sansasyon yaratacaktı? İşe, etrafımdaki arkadaşlarla başladım. Onlara başlarından geçen ilginç olaylar varsa bana anlatmalarını, eğer uygun görürsem köşemde yer verebileceğimi söyledim. Teklifim kulaktan
kulağa yayılarak herkese ulaştı ve muazzam ilgi gördü. Birkaç hafta içinde; yazılı ve sözlü olmak üzere hiç tahmin etmediğim kadar hikâyeye sahiptim. Fakat bunların büyük kısmı yayımlanmaya değecek kalitede değildi. Bu yüzden
bazılarını birbirleriyle birleştiriyor, bazısını da yeterli görüp olduğu gibi aktarıyordum. ‘Esrarengiz vakalar’ bölümü gerçek hikâyelerle donatılıyordu artık. Evime gidip tebrik mesajlarını büyük bir keyifle almaya hazırdım.”
Kokteyli bitince bir bira şişesi açtı ve ağzına götürdü. O da avukat gibi geçmişi yâd ederken gözlerinin dolmasına mani olamıyordu. “Fakat tepkiler hiç beklediğim gibi olmadı,” dedi üzüntüyle. “Önceleri beni tebrik yağmuruna tutan okuyucular, şimdi yazdıklarımı eleştiriyor ve ‘eski hikâyelerini istiyoruz bu paçavraları değil’ diye isyan
ediyorlardı. ‘Yazacak hikâyen kalmadıysa böyle maskaralıklar yapmak yerine bölümü bitir’ diyenlerin, ‘mantık dışı şeyler yazmaya başladın, nerde o eskiler nerede bu zırvalar’ diyerek gazeteye telgraflar çekenlerin haddi hesabı yoktu. Şoke olmuştum. Acayip bir durumdu. İnsanlar gerçeği gerçek bulmuyorlardı.” Ellerini tek tük kalmış olan saçlarının arasında gezdirdi. “Çok geçmeden bunun sebebini anladım. Bunu kısaca şöyle ifade edeyim. Gerçek gerçek bulunmuyordu zira fazla gerçekti! Ben uydurma olan ilk hikâyelerimde detaya o kadar önem veriyordum ki,
okuyucunun aklında hiçbir boşluk kalmıyor ve bu da hikâyenin gerçekten yaşandığı zannına kapılmalarına neden oluyordu. Oysa daha sonra yazdıklarımın çoğu birebir gerçek olmasına karşın bunu bana anlatanlar doğal olarak olayın tüm yönlerini bilmiyor ve ben de olaya kafama göre müdahale edemediğimden yazdıklarımda birçok boşluk bulunuyordu. Çünkü gerçek hayatta kurgunun aksine olaylara istediğiniz gibi yön vermezsiniz. Yaşamın içinde birey ancak bir karakterdir, yazarın kendisi değil!” 20 dakikalık önsözün ardından hala bir yerlere gelmeyi
başaramamıştı. Avni Urel bu tempo ve detayla anlatmaya devam ederse sabahı bulurduk.
“Evet, gelelim asıl hikâyeye…” Cümlesini bitirir bitirmez şişeyi kafasına dikti ve diliyle dudağında bir daire çizdi. Nihayet masanın başında aç kurtlar gibi bekleyen dinleyicilerin önüne ana yemek geliyordu. “Bu anlatacaklarıma bir başlık takmak durumunda olsam; ‘İzzet’in garip ölümü’ adını uygun bulurdum. Hatta bu başlıkla köşemde yayımlamayı bile düşünmüştüm ama eşinin ısrarları yüzünden bundan vazgeçtim. İzzet’le tanışıklığımız, işte bu
hikâyeleri büyük bir istekle kaleme aldığım dönemlere denk geliyordu. Kendisi Samsun’luydu. Fakat küçükken ailesi ile birlikte İstanbul’a taşınmışlar. On beş yaşındayken ailesini trafik kazasında kaybetmişti. Ailenin geriye kalan tek
ferdiydi. Beyaz tenli sarı saçlı bir gençti. Yüzünde hep mahzun dedikleri bir ifade vardı. Onunla tanıştığımda boşanma arifesinde otuz iki yaşında biriydi İzzet.” “Onunla bir kumarhanede tanıştım. O günlerde bende kumar
alışkanlığı başlamıştı ve bir kumarbazın başına gelebilecek en kötü şeylerden birini yaşıyordum. Ufak ufak kazanıp büyük büyük kaybediyordum. Bu yüzden bir türlü ümitsizliğe kapılıp orayı terk edemediğim gibi adam akıllı belimi de doğrultamıyordum. Kumarhanelere takılınca enteresan tiplerle arkadaş oldum. Masa başında sürekli teoriler geliştiren; istatistikler, ihtimaller ve formüller üzerine konferans veren bir dolu insan bulunuyordu buralarda. Birkaç
geceyi bu tip yerlerde geçirirseniz, etraftaki herkesin üniversitede olasılık üzerine verdiği konferanstan sonra birkaç el kumar oynamaya gelmiş olduğunu zannederdiniz! Tüm parasını kaybedenler, başkalarına akıl vermek üzere
masalarda dolaşıp duruyorlardı. Parayı hangi rakamın üzerine oynamak gerektiğine dair bir dolu matematiksel izaha kalkışıp insanın sinirini zıplatıyorlardı. Hepsi, şans faktörünü alaşağı edip sürekli kazanmanın yolunu
bulduklarını iddia ediyor, günün sonunda çok küçük bir azınlık dışında herkes,
estetik bir kaybetme duygusu ile mutlu mesut mekândan ayrılıyordu.”
“İşte İzzet’le ilk defa bu gittiğim kumarhanelerin birinde
karşılaştım. Bir kenarda oturmuş hiçbir oyuna katılmadan insanları izliyordu.
Galiba tüm parasını kaybetmişti. Ya da kaybedecek parası hiçbir zaman
olmamıştı! Görünüşü ile ortamda sırıtıyordu. Sanki başka bir gezegenden gelmiş
gibi bakıyordu insanlara. Tavırları dikkatimi çekince yanına gidip konuşmaya
karar verdim. Kısa bir tanışma faslından sonra kaynaştık. Kumarhaneden ayrılıp
sokakta turladık. Konuşmamız ilerleyince İzzet’in bana yakın bir yerde
oturduğunu öğrendim. Ve böylece o günden sonra birbirimizin evine sık sık
sohbet etmeye gittik. Birkaç zaman sonra konuşmalarımız derinleşti. Birbirimiz
hakkında pek çok şey öğrendik. Politika, din, ekonomi, vesaire konularda
münakaşa edip duruyorduk.”
“İzzet’in dedeleri Bulgar göçmeniydi. Kendisi de ırkçı,
kafatasçı biriydi. Beş kelimesinden üçü; tiksindiği etnik milliyetler üzerine,
diğerleri de mukaddes kabul ettiği saf kan, brakisefal kafatasları,
Türkçülük-Turancılık gibi şeyler üzerineydi. Sürekli ırkının muhteşemliğinden
ve kanının yüceliğinden bahsedip duruyordu laf arasında. Bir gün kendisi veya
bir yakını hayati tehlike yaşayıp hastanede kana ihtiyacı olmadığı müddetçe de
kanların farklılıklarına göre değil, üstünlüklerine göre ayrıldığını düşünmeye
ve en asil olanının kendisininki olduğunu kabul etmeye devam edecekti. Aşağı
ırkların –bu ona göre dünya nüfusunun nerdeyse tamamına yakınıydı- yok edilmesi
gerektiği gibi dehşet verici fikirleri öylesine sakin bir ses tonuyla söylüyordu
ki duymanız lazımdı. Toplumun bir kısmının yok edilmesinden, sanki uykudayken
kendisini rahatsız eden sivrisineklerin yok edilmesinden bahseder gibi
konuşuyordu. Fakat bu tarz kusurlu düşüncelerini bir tarafa bırakırsak, yine de
iyi bir çocuktu. Yardımsever, iyiniyetli, samimi ve neşeliydi. Genellikle
ırkçılarda görülen kibir ve tahammülsüzlük onda yoktu. Bu yüzden onu sık sık bu
konularda alaya alır fakat genellikle onun alttan alması ya da gülüp geçmesi
ile ortam asla gerilmez ve bir tartışma meydana gelmezdi. Sırf beni zor duruma
düşürmek için sokakta, çarşıda, pazarda, bana nerde rastlarsa rastlasın;
‘ırkdaş’ ‘kandaş’ gibi garip hitap şekilleriyle seslenip, etraftaki insanlardan
çekinerek ona bakmamı zevkle seyrederdi.”
“Ancak onunla iyice ahbap olup muhabbeti koyulaştırmaya
başlayınca İzzet’in sandığım kadar neşeli olmadığını anladım. Dışarıdan çok
keyifli görünen bu genç, zaman zaman sinir buhranları geçiriyor, krizler
yaşıyordu. Böyle anlarda evine kapanıp, birkaç hafta boyunca adeta inzivaya çekiliyordu.
Birkaç kere derdini sorduysam da anlatmayı reddetti. Fakat neden sonra bana
açılmaya karar verdi. Karakterine has o samimiyet ile ırkına has savaşçı
kimliği arasında bocalamış ve neticede tek başına başa çıkamayacağını anlayıp
tek çıkar yol olarak beni görmüştü.”
Cerrah birasından bir yudum daha aldı. “Bilmiyorum hiç
bunalımda olan biriyle tanıştınız mı? Benim bahsettiğim bunalım, artık cinnet
derecesine dayanmış ve insana hayatı zindan edecek tarzda bir sıkıntı. Üstelik
bunun belirli bir sebebi de yoksa işte o zaman her şey berbat olur. Sıkıntının
kaynağını tespit edemediğiniz için ne yapmanız gerektiğini de kavrayamaz ve
şaşkın şaşkın ortalarda dolanır durursunuz. İzzet’te de böyle bir sıkıntı
vardı. Fakat tüm sorunları psikolojik kökenli değildi. Bunlara maddi sıkıntılar
da eklenmişti. Artık hayattan bıktığını ve yaşamanın cazip bir tarafı
kalmadığını söyleyip duruyordu. Böyle olunca da ne hayata ne de ailesine
gereken önemi verebiliyor ne de işlerini yoluna koyabiliyordu. İşin kötüsü
benim gibi biriyle bunları konuşuyor olmasıydı. Bu tarz konularda ben
birçoklarının aksine, ‘ölmek kaçıştır’, ‘intihar korkakların işidir’ gibi
beylik laflar etmiyor; gayet inanarak, ölümün de bir hak olduğunu ve zaten
önünde sonunda ölecek olan bir varlığın yaşama tutunmasının bencillik ve
korkaklıktan ötürü kaynaklandığını söylüyordum. Hala da buna inancı taşıyorum
ya neyse! Bana göre intihar değil, yaşamak korkakların işidir. Aksini iddia
edenlerin eline bir silah tutuşturun da görelim bakalım kimmiş korkak!” Bu son
söylediğimi dikkate almayın der gibi elini salladı ve kafasını hafifçe öne
eğdi. Birkaç saniye sonra başını kaldırdı.
“Ancak nereden bileyim İzzet’in bunu ciddi ciddi uygulamaya
geçireceğini. Galiba istemeden de olsa ona bu konuda cesaret vermiştim. Neyse
ki İzzet’in ölümü intihar neticesi olmadı. Yoksa vicdan azabı yakamı
bırakmazdı.” Hakikaten vicdan azabı duyabilecek duyarlıkta biri olduğunu bize
kanıtlamak istermiş gibi yüzünü ekşitti. Ancak bu haliyle daha çok başının
belaya girmesinden korkan biri izlenimini uyandırıyordu.
“Konu intihara gelmişken size bununla ilgili birkaç bilgi
verip konuya geçeceğim. Sabırsızlandığınızı biliyorum fakat n’aparsınız huyum
kurusun, lafı uzatmadan anlatmayı beceremem. İntihar ile ilgili toplumda yaygın
olan çok fazla yanlış inanış var. Birinci yanlış, sürekli intihardan bahseden
insanların aslında intihar etmeye meyilli olmadıkları düşüncesi. İkinci yanlış;
intihar edenlerin, eğer ölmezlerse bunu bir daha denemeyecekleri düşüncesi.
Bunları söyleyenler istatistiklere göz gezdirseler; intihar sonucu hayatını
kaybedenlerin kahir ekseriyetinin daha önceden ya intihardan bahsetmiş ya da
buna teşebbüs etmiş olduklarını göreceklerdir. Bunun yanında doğru tespitler de
yok değildir. Örneğin; hem ülke hem birey olarak refah seviyesi daha yüksek
olanların daha çok intihara başvurduğu ve her ne kadar ağızlarından
düşürmeseler de kadınların, erkeklere oranla daha az intihar ettiği gibi. Buna
bir de intihar edenlerin yaş ortalamasının düşük olduğu bilgisini
ekleyebiliriz. İlginçtir ki genellikle, ekonomik durumu iyi, sağlıklı, genç,
güçlü kuvvetli insanlar, intihar etmeye; yaşı geçkin, sağlıksız, yaşam
koşulları güç, maddi durumu kötü insanlara göre daha meyillilerdir. Bu, hep
dikkatimi çeken bir ayrıntı olmuştur. Yetmiş yaşında, yürümekte bile zorlanan,
türlü hastalıklarla boğuşan, gözleri zar zor gören ve perişan standartlarda
yaşayan insanlar şaşırtıcı derecede hayata tutunmaya çalışırken; genç,
güzel-yakışıklı, güçlü kuvvetli, zeki, başarılı insanlar hayattan çok çabuk
bıkarlar.” Ne diye bize bu tespitlerini anlatıyordu bilmiyorum ama zamanı
durdurma gücüne sahip olsaydım bile herhangi birini bu kadar saat dinlemeyi
tercih etmezdim. Resmen sabır testindeydik. Birileri zamanında bu adama vakit
denilen mefhumun geri döndürülemez bir şekilde ilerlediği ve çok değerli olduğu
bilgisini vermemişti anlaşılan.
Mithat da gaza gelip araya birkaç tespit ekleme gereği
hissetti. “Hayatın böyle garip tarafları var hakikaten. Önce, hayatı
yaşanabilir kılmak için uğraşır didinirsin, sonra istediklerini elde edince harcadığın
çabanın buna değmediğini anlar ve hayattan bıkmaya başlarsın.” Cerrah,
Mithat’ın araya girmesine bozulmuş gibi yan yan arkadaşıma baktı.
“Artık İzzet’le basbayağı arkadaş olmuştuk,” dedi parmak
uçlarını masaya dayayarak. “Birkaç ay içinde evine birkaç kez gittim. Kirada
oturuyordu. Karısıyla aralarının bozuk olduğu çok önceden anlamıştım. Çocukları
yoktu. Muhasebecilik yaparak geçimini sağlıyordu. Karısı sekreter ya da onun
gibi bir şeydi. Tanışmamızın üzerinden yarım sene geçmemişti ki boşandığı
haberini aldım. Boşandıktan sonra moralinin çok bozuk olduğunu biliyordum. Zira
arada bir beni evine çağırıyor ve dert yanıyordu. Evi yakınımızda sayılırdı.
Boşandıktan sonra sık sık birbirimize gidip gelmeye başlamıştık. Bir gün beni
yine evine çağırdı. Acil oluğunu söylediği için koşa koşa yanına gittim. Evine
girdiğimde ortalığı darmadağınık buldum. Daha önce haddinden fazla temiz olan
evi böyle görünce şaşırmıştım. Gülümseyerek, ‘böyle sultanlık da az
görmüşsündür’ dedi. Yakında evden çıkacağını, kirası yüksek olduğu için
ödemekte zorlandığını söyledi. Bu yüzden benimle helalleşmek istemişti.
Ayaküstü konuştum ama kararından vazgeçiremedim onu. Çok da ısrar etmedim çünkü
tek başına kazandığı parayla böyle bir yerde oturması hakikaten zordu.
Karakterini bildiğim için kendisine yardım dahi teklif edemedim. O sıralarda
bir konferans vermek için yurtdışına çıkmam gerektiği için ‘bu konuyu daha
sonra detaylıca konuşuruz’ diyerek evinden ayrıldım.”
“Yaklaşık iki hafta sonra tekrar yurda döndüm. Evde bir kaç
gün dinlendikten sonra aklıma İzzet geldi. Karıma sorduğumda; henüz evden
çıkmadığını ama işinden ayrıldığını söyledi. ‘Bu zamanda kolay mı iş bulmak,
deli mi bu çocuk!’ diyerek sitemle evden çıktım ve on dakika sonra soluğu
apartmanının önünde aldım. Onunla konuşmak ve sıkıntılarını bir nebze olsun
halletmek istiyordum. Kabul etmeyeceğini bile bile maddi olarak ona yardım etme
konusunda ısrarcı olacaktım. Apartmanın önüne gelince ziline bastım fakat yanıt
gelmedi. Herhâlde evde yoktu. Akşam tekrar uğrama düşüncesiyle evime döndüm.
Dönüşte inanılmaz bir yağmur başlamış ve üstüm sırılsıklam olmuştu. Eve gidince
elbiselerimi değiştirdim ve kütüphaneme kapandım. Aradan kaç saat geçti
bilmiyorum, fakat gece yarısına yaklaşıyordu. Arada bir kafamı kitaplardan
kaldırıp pencereye çıkıyor ve havanın durumuna bakıyordum. Yağmur şiddetini
zaman zaman azaltıyordu fakat aralıksız yağıyordu. Yine böyle pencereden
baktığım bir anda birinin hızla aşağı mahalleye doğru indiğini gördüm. Arkadan
İzzet’e benzetmiştim. Boyu ve yürüyüşü İzzet’e uyuyordu. Bej rengi bir palto
giymişti. Kafasını örttüğü için emin olamıyordum. Adımlarını, bulunduğu yerden
dikkat çekmeden kaçmak isteyen bir insanınki gibi seri atıyordu. Arkasından
seslendim ancak duymadı. Hemen paltomu giydim ve şemsiyemi alarak kendimi
dışarı attım. Yağmur şiddetini artırdığı için, neredeyse koşarak apartmanının
önüne geldiğimde nefes nefese kalmıştım. Seri hareketlerle birkaç kez ziline
bastım. Fakat cevap gelmedi. Sabırla apartmanın önünde bir süre bekledikten
sonra evin arka tarafını dolaşmaya karar verdim. Duvar boyunca ilerledim ve
ağaçlık alana bakan arka kısma geldim. İlerisindeki çocuk parkını saymazsak
tenha bir yer sayılırdı. Birçok çiftin geceleri burada buluştuğunu görmüştüm.
Fakat yağmurdan olsa gerek, ortalıkta kimse görünmüyordu. Ben de yağmurdan
kaçmak için bir ağacın altına sığındım. Kafamı kaldırarak pencereye doğru
baktım. Perdeleri çekili değildi. Bu yüzden içeriyi görebiliyordum. Odanın
ışığı yanıyordu. Demek ki evine gelmişti. Fakat neden kapıyı açmıyordu? Aklıma
ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir şey gelmiyordu. Ağacın altında penceresine
bakarak bir süre geçirdim. Neyi beklediğimi ve neden oradan ayrılmadığımı
bilmiyordum. Sanki bir şey gitmemi engelliyordu. Fakat kararım kesindi. Onunla
konuşacaktım. İçimin rahat etmesi için bu gece İzzet’le muhakkak görüşmem
lazımdı. Sabırla orada durdum. İçime işleyen yağmur damlaları titrememe neden
olmuştu. Bir süre sonra pencerede bir siluet belirdi. Yavaş adımlarla
ilerliyordu. Önce kafasını daha sonra gövdesini gördüm. Bu İzzet’ti ve elinde
bir tabanca vardı!”
Yavaştan hikâyenin havasına girmiştik. Artık duraklamanın ve
saçma sapan detaylar vermenin zamanı değildi!
“Daha iyi görebilmek için bulunduğum ağacın gövdesine
tırmanmam gerekiyordu. Çünkü çok aşağıda kalıyordum. Elimdeki şemsiyeyi bir
kenara fırlattım ve tırmanmaya başladım. Çocukluğumda ağaçlara çok iyi
tırmanırdım. Ancak o çevikliğim ve reflekslerimden eser yoktu tabi. Ayrıca
yağmur, ağacın gövdesini epey kayganlaştırmıştı. Bu yüzden tutunmakta zorluk
çekiyordum. Birkaç dala basma girişimimden sonra daha fazla tırmanmamın mümkün
olmadığını anladım ve bulunduğum yerde kaldım. Şimdi ona eski pozisyonuma
nazaran daha yukarıdan bakıyordum. Görüş açım eskisine göre iyi olmasına karşın
halen aramızda açı farkı vardı. Fark edilmek için elimi sallıyordum ama nafile.
Yerden yüksekliğim üç-dört metre civarındaydı. Fakat o karanlıkta beni görmesi
imkânsızdı.”
“‘İzzett’ diye olanca gücümle bağırdım. Penceresi kapalıydı
ancak sesim o kadar yüksek çıkmıştı ki ölüme hazırlanan bir insanın
konsantrasyonunu bile bozabilmeyi başarmıştım. Kesik kesik nefes alıyor, göğsü
sürekli şişip iniyor ve rahat nefes alabilmek için boynunu ileri doğru uzatıp
duruyordu. Sesin geldiği tarafa doğru baktı, ancak beni yine göremedi. Birkaç
saniye merakla etrafına bakındı ve sonra tekrar eski haline döndü. Pencereyi
açıp elini ileri doğru uzattı. Yağmurun avuçlarına doluşunu seyretmeye
başladı.” Cerrah araya uzun zamandır tespit sıkıştırmadığını hatırlayarak, “bazen
hayatla bağını koparmaya hazırlanan kişiler, yaşadıklarını son kez hissetmek
isterler,” dedi. “Bazısı son sigarasını içer, bazısı mektup yazar. Hatta
intihar etmeden evvel radyoda son haberleri dinleyenleri bile duydum. Bir
bakıma yaşama hissiyatını kaybetmediklerini kendilerine ispatlama çabasıdır
bu.” Sandalyesinde öne arkaya doğru kımıldandı. Ellerini birbirine kenetleyerek
çenesine dayadı. Gözlerini odanın şöminesinden ayırmıyordu. Şöminenin alevleri
sönmeye yüz tutmuş, arada bir hava bularak üste çıkmaya çalışan alevler bize
son aydınlanmalarımızı yaşatıyordu.
“Bir süre yağmuru izledi böyle. Ben tekrar ‘İzzet’ diye
bağırdım. Bu kez sesin nereden geldiğini anladı. Ağır hareketlerle kafasını
eğdi. Kim olduğumu anlamış olmasına rağmen yine de ‘ben Avni’ diye seslenerek
tanıttım kendimi. Dudakları tüm yüzüne yayılan buruk bir tebessümle eğildi ve
bir çizgi halini aldı. Ardından silah tutan elinin tersiyle gözyaşlarını sildi.
‘Sakın bir delilik yapma’ diye bağırdım silahı görünce. Önceleri ‘cesaret’ dediğim
şeye şimdi ‘delilik’ adını takmıştım. Aslında bu ikisi birbirine yakın
şeylerdir zaten! İzzet boynunu kütürdetmek ister gibi kafasını iki yana doğru
eğerek ellerini açtı ve ‘artık dayanamıyorum, benden bu kadar’ dedi. Bu kısık
sesle söylediği şeyleri daha ziyade dudağından okudum gibi geldi bana. Tek eli
aşağıda olduğu için tabancayı göremiyordum. Sol elini pencerenin alt kısmına
doğru dayayarak destek aldı ve diğer elini kaldırarak tabancayı şakağına
yasladı. Ne yapacağımı şaşırdım. Oradan ayrılıp onun yanına gitmemin imkânı
yoktu. En yakın telefon kulübesine gidip polisi arayabilirdim ama o sırada
çoktan kendini öldürmüş olurdu. Şaşkınlıkla bocalamama rağmen hala
yapabileceğim en mantıklı şeyi yaptığıma inanıyorum. Evet, en mantıklı şey onu
ikna etmekti. Ben de öyle yaptım. Ona, ölümün de yaşamın bir parçası olduğunu
ve hazır hissettiği halde insanın bunu yapma hakkı olduğunu söyleyen adam,
şimdi tüm sözlerini yalıyor ve intihar etmemesi için genç adama nasihat
veriyordu. Fakat o kararını çoktan vermişti bile.”
“Tecrübelerime dayanarak öğrendiğim bir şey varsa o da
intihar eden kişilerin bu anı ne kadar uzatırsa, başarmasının da o kadar
zorlaştığıdır. İntihar etmeye niyetli bir insan, durup düşünmeye başladığında,
onu kurtarma şansın artar. Fakat İzzet böyle değildi. Yüzüne bakılınca
soğukkanlı ve kararlı birinin ifadesi görülebiliyordu. Korku ve heyecan
karışımı bir duyguyla titriyordum. Elindeki silahı sabit tutamayışına bakılırsa
o da titriyordu. Silahı elinden düşürmemek için sıkıca tuttuğunu fark ettim. Bu
tenha yerde ikimizden başka kimse olmaması ne büyük şansızlıktı. Zira ben
insanları ikna etmede çok başarılı değilimdir. Böyle durumlarda ne söylenmesi
gerektiğini bilemez, olay olup bittikten sonra da neden şöyle şöyle demedim
diyerek kendimi yer bitiririm. Şimdi de aynı şey olmak üzereydi. Onu
kurtarabilecek tek kişi bendim. Ben ise olayın şokuyla artık sadece izleyici
sayılırdım. Sesimi çıkarmak bir tarafa artık kımıldayamıyordum bile. Olacakları
beklemekten başka yapacak bir şeyim kalmış mıydı?”
Bunu ciddi ciddi soruyormuş gibi yüzümüze baktı.
Bakışlarıyla ‘benim yerimde siz olsaydınız başka bir şey mi yapacaktınız
sanki?’ diye meydan okuyordu bize adeta. Kimseden ses seda çıkmayınca yine
mimikleriyle ‘ben de öyle tahmin etmiştim zaten’ der gibi bir kafa hareketi
yaptı. Pasifliğine kılıf olarak bizi seçmişti sanki.
“İzzet’le bir süre bakıştık,” diye devam etti Cerrah.
“Muhtemelen hayatında son gördüğü kişi ben olacaktım. Oysa yaşı çok gençti ve
çok başka şeyler daha görmeliydi. Gözlerini kapayarak ‘elveda’ diye bağırdı.
Varlığını noktalıyordu. Onun hikâyesi de böyle bitecekti demek ki!”
“Silahı şakağına dayadı. Parmağını tetiğe bastırmak
üzereyken kafamı yere eğdim, ama yine de o basış anını görmüştüm. Kafatasının
parçalanmasını ve kanlarının pencere camına yapışmasını izlemek istemiyordum.
Hayatım boyunca zihnimden atamayacağım bir sahne görmemek için kafamı yerden
kaldırmadan bekledim. Bu bir saniyeden kısa bir süre içinde kulağıma ulaşacak
patlama sesine hazırladım kendimi. Gözlerimi sıkıca yumdum ve acı çekiyormuş
gibi kendimi sıktım. Bir adamın beynine saplanan kurşunu ateşleyen silaha ait
bir ses… Bedenin yere yığılmasından çıkan gürültü… Etraftan gelen bir çığlık
ve meraklı komşuların pencerelere fırlayarak çıkardığı bağırış çağırış
sesleri…”
Avni Urel’in odada dalgalanan sesi sanki duvarlardan sekip
yankı yapıyordu. İzzet denilen adamın intihar sahnesi hepimizin önünde cereyan
ediyormuş gibi mıhlandık oturaklarımıza. Cerrah sanki muayene oluyormuş gibi
nefesini içinde bir süre tuttu ve yavaşça bıraktı.
“Fakat bunların hiçbiri olmadı,” dedi başını sallayarak.
“Çünkü bana birkaç saatmiş gibi gelen o üç-beş saniyelik zaman diliminde
yaprakların hışırtısı ve rüzgârın uğultusu dışında hiçbir ses çıkmamıştı.
Kafamı yavaş yavaş pencereye doğru kaldırdım. Manzarayı görmek istemiyor fakat
meraktan da çıldırıyordum. Sanki trafikte kaza yapan bir sürücü yerde yatıyordu
ve ben göreceklerimin tüyler ürpertici şeyler olduğunu bilmeme rağmen, yine de
merak duygumu yenemiyordum. Başımı kaldırdığımda on-on beş saniye boyunca şaşkın
şaşkın cama bakakaldım. Zira pencerede kimse görünmüyordu!”
Herkes pür dikkat Cerrahı dinliyordu. Avni Urel sigarasına,
bunu eline zorla tutuşturmuşlar gibi iğrenerek baktı ve kül tablasına fırlattı.
“Şaşkınlıktan put gibi kalakaldım. Olanları bir türlü anlamlandıramıyordum.
Çünkü hiçbir ses çıkmamıştı, buna rağmen pencerede de kimse görünmüyordu. Acaba
İzzet kendisini vurduktan sonra yere mi yığılmıştı? Belki silahta susturucu
vardı bu yüzden ses duymamıştım? Fakat böyle bir şey olsaydı farkına varırdım.
Silahta susturucu filan yoktu. Belki de İzzet son anda vaz geçip tetiğe
basmamıştı. Ama hayır, bastığına emindim. Ayrıca basmasaydı bile ortadan böyle
bir anda yok olamazdı ya? Belki de silah boştu? Ya da tutukluk yapmıştı? Mermi,
yağmurdan dolayı ıslanan tabancanın içine sıkışmıştı belki? Hızla aşağı indim,
daha doğrusu kayıp düştüm. Üstümü silkelemeye bile zaman ayırmadan evin önüne
koştum. İşte tüm bu ihtimaller zinciri ağaçtan inip kapının önüne koştuğum o
kısa zaman zarfında kafamda dönüp duruyordu. Üstüm başım çamur olmuştu.
Apartmanın önünde rastgele tüm zillere bastım. Kapı açılınca merdivenleri üçer
beşer tırmanarak üçüncü kata çıktım. Birkaç kez zile bastıktan sonra cevap
gelmeyince kapıya kırarcasına yumruklamaya başladım. Bir yandan da ‘İzzzeet’
diye olanca sesimle bağırıyordum. Fakat içerden cevap gelmiyordu. Bu beni daha
da korkuttu. Aklımdan def etmeye çalıştığım son soru ise hepsinden daha
korkunçtu: Yoksa ölmüş müydü?”
“Kapının kilidine sert bir tekme attım fakat nafile. İzlediğimiz
filmlerin aksine kilit kapıya, insanları birkaç saniye oyalamak için değil,
güvenlik için takılmıştı. Karşı dairedeki komşu sesten rahatsız oluncaya kadar
kilide ve kapıya amiyane tabirle tekme tokat giriştiğimi hatırlıyorum. Nedense
yardım istemek hiç aklıma gelmemişti. İnsan böyle anlarda en basit şeyi bile
düşünemiyor işte. Sesin şiddeti artınca gürültüden rahatsız olup kapı önüne
çıkan komşusuna, arkadaşımın uyuyakaldığını ve polisin kendisini aradığına dair
bir şeyler zırvaladım ve kapıyı açmak için yardım istedim. Adam çekiç, pense,
tornavida, ne kadar malzeme varsa önüme yığdı ve kendi dairesine kaçar gibi
girdi. Birkaç dakika boyunca kapının önünde uğraştıktan sonra nihayet kilidi
kırıp içeri girmeyi başardım. Hızla odaları geçtim ve İzzet’in bulunduğu odaya
girdim.”
“Girişte önce sert bir rüzgâr karşıladı beni. Pencerenin
önünde boylu boyunca uzanan vücudu gördüm. Kafası ve bedeni hafifçe yana
dönmüş, bacakları birbirine dolanmıştı. Yerde bir X şekli çizmişti tabiri caizse.
Pencereden sıçrayan yağmur damlaları pantolonunu hafif ıslatmış, silahı ise
hemen yanı başına düşmüştü. Ancak yerde kan damlaları yoktu. Bu iyiye işaretti.
Hemen yanına koştum. Sarı saçlarının arasından başını ve şakaklarını kontrol
ettim. Hiçbir iz yoktu. Hemen yanı başındaki silahı elime aldım ve hızla
şarjörünü çıkardım. İçinde mermi bulunmuyordu. Derin bir oh çekerek şarjörü
yerine yerleştirdim. Gözüm tabancanın sürgüsüne kayana dek silahın boş olduğuna
sevinmekle meşguldüm. Zira sürgüyü görünce anladım ki tabanca dolu da olsaydı
fark etmezdi, çünkü silahın emniyeti açık vaziyetteydi. Yani şarjör boş değil,
ağzına kadar mermi ile dolu da olsa silah emniyet kilidinden dolayı ateş
almazdı.”
“Bir kez daha rahat bir nefes aldım. Demek ki İzzet’e bir şey
olmamış sadece korku ve heyecandan bayılmıştı. Tetiğe basınca öleceğini bilen
birinin tetiğe bastıktan hemen sonra şok geçirmesi ve gergin vücudun bir anda
boşalması anormal bir gelişme değildi. Onu ayıltana kadar bayağı uğraştım.
Kendine gelince yaşanan olayları ona bir bir anlattım. Bilincini kaybedene dek
ne olduğunu kendisi de hatırlıyordu. ‘En son tetiğe bastığımı hatırlıyorum,
sahi neden ölmedim ben?’ diye sorup duruyordu. Bu soruyu pişmanlıktan veya
sevinçten değil tamamen şaşkınlıktan sorduğuna yemin edebilirim. Olayı
kavrayamamıştı. Şu anda bir gasilhanede uzanıyor olması gerekirken, evinin
döşemesi üzerinde yatıyordu. Ona, tabancayı gösterdim ve içinde mermi
olmadığını, ayrıca silahın emniyetinin aktif olduğunu, bu yüzden tetiğe
basmasına rağmen silahın ateş almadığını söyledim. Daha sonra ne yaptığını adım
adım anlatmaya koyuldu. Sanki geçmiş birkaç dakikayı değil, yirmi yıl öncesini
hatırlamaya çalışıyor gibi yüzünü ekşitti. Düşünürken kâh gözlerini kısıyor,
kâh yüzünü buruşturuyordu. Alnı kırış kırış olmuştu. Olayın etkisini üzerinden
atamadığı belliydi. Şaşkınlıkla olan biteni anlatmaya başladı. ‘Silahı alıp
bunu paltomun cebine yerleştirdim. Daha sonra hızla eve geldim. Ardından
pencerenin önüne geçtiğimi hatırlıyorum. Tabancanın kızağını çekmek istedim ama
zaten çekiliydi. Allah Allah! Ben bunu ne zaman çekmiştim ki diye düşündüm. Ama
zaten kafam allak bullaktı. Çektiysem de hatırlamamam normaldi. Üstünde çok
durmadım. Aslında silahlarla aram pek iyi değildir.’ Silahın mekaniğine göz
gezdirmeye başladı. Emniyet kızağına bakarak güldü.”
‘Avni abi, inan silahın emniyeti olduğu aklıma bile gelmedi.
Kafamda sadece bir an önce beynime sıkmak vardı. İşte o sırada sen bağırdın.
Pencereyi açıp elimi yağmur damlalarına doğru uzattığımı hatırlıyorum. Belki de
pencereyi açtıktan sonra bağırmışsındır, şimdi tam hatırlamıyorum.’
‘Hayır, ilk defa bağırdığımda penceren kapalıydı.’
‘Öyle mi? Doğrudur. Silahı başıma dayadım ve elveda diyerek
tetiği çektim. Vallahi çektim. Mandala bastığımı çok iyi hatırlıyorum.’ Silahın
ateş almadığına üzülüyor gibi buruşturdu yüzünü.
‘Biliyorum. Ben de gördüm bastığını. Bakmamak için kafamı
eğdim ama gözüm parmağına takıldı o sıra. Bastığını gördüm. Zaten o yüzden
şaşırdım ya. Ben mahalleyi ayağa kaldıracak kadar büyük bir patlama sesi
beklerken hiçbir ses çıkmamıştı.’
‘Demek emniyet kilidi ha! Kilit aktifken tetiğe
basılabileceğini bilmiyordum.’
‘Denemesi bedava!’
“Hem kendim görmek hem de İzzet’e göstermek için tabancayı
elime aldım. Emniyeti aktif haldeydi. Silahı ne olur ne olmaz diyerek odada boş
bir noktaya çevirdim ve tetiğe, karşımda çete varmış gibi üst üste altı yedi
kere bastım. Fakat tetikten gelen tak tak seslerin dışında hiçbir şey olmadı.
Kafamı çevirerek, ‘anladın mı şimdi?’ dedim. ‘Silah dolu da olsa tetiğe
bastığında emniyetten dolayı ateş almayacaktı. Kaldı ki silahın boş!’ Şarjörü
tekrar çıkardım ve boş olduğunu ona da gösterdim.
‘Avni abi desene melekler korumuş beni!’
Avni Urel sigarasından son bir nefes aldı ve söndürdü.
Parmaklarını birbirine kenetledi.
“Evet, beyler! Hakikaten öyleydi. Adeta melekler korumuştu
onu. Bu olaydan sonra İzzet’in işleri düzene girdi. Hatta eskisinden bile iyi
oldu diyebilirim. İş yerinden biriyle evlendi. Bir de güzel bir araba çekti
altına. Tüm bunlar yarım sene içinde olmuştu. İzzet’i gerçekten melekler
koruyor gibiydi. Hayatı rayına oturmuştu. Her şey çok güzel gidiyordu. Ta ki
size başta bahsettiğim şeytan, işe karışmasaydı! İşte hikâyemin ilk kısmı…”
Boğazı kuruduğu için önündeki sudan birkaç yudum aldı. Nasıl
bağlayacağını merak ediyordum. Acaba İzzet denilen adam tekrar intihar
girişiminde mi bulunmuştu. Bu Cerrah’ın; intihara teşebbüs edenler kurtulurlarsa
bunu tekrar denemezler inanışının yanlış olduğu tezini de desteklerdi.
“Dediğim gibi yeniden evlenmiş ve yeni bir eve taşınmıştı.
Artık onunla eskisi kadar sık görüşemeyecektim, çünkü uzak bir semtte
oturacaktı artık. Fakat hiç şikâyetçi değildim bu durumdan. Hatta yeni
evlilerin taşınmalarına yardım ettim. Eski eşyalarının çoğunu atmıştı. Sadece
birkaç parça bir şey kalmıştı geriye. Eşi bir haftalığına memleketine gitmişti.
Birkaç günlük tamirat ve boya badana sonrası ev çok güzel hale gelmişti. İşçiler
gittikten sonra yalnız ikimiz kalmıştık evde. Bütün gün uğraşarak yeni
mobilyaları daha önce kararlaştırdıkları şekliyle düzenledik. Yorgunluğumuzu
atmak için bir koltuğa oturduk. İzzet bu arada bavula tıktığı eski evinden
kalma eşyaları yatağın üzerine dökmeye başladı: Küçük bir ayna, radyo, bir
pikap, birkaç fotoğraf ve bir silah! Bu, o intihar etmeye çalışırken elinde
tuttuğu silahın ta kendisiydi! Hafif tertip kızarak; ‘bunu da mı getirdin
buraya,’ dedim. Gülerek; ‘bunu almadan olur mu? Hayatımın dönüm noktası bu,’
dedi ve silahı tartar gibi elinde salladı. ‘Biliyor musun o günden sonra ilk
defa elime alıyorum bunu!”
Avni Urel hepimize birden bakmaya çalışarak, “bu arada
beyler sabahtan beri silahtan bahsediyorum,” dedi ve ayağa kalktı. İki gaz yağını
yanına alarak masanın kendisine yakın tarafına yerleştirdi. Odanın masa hariç
her tarafı karanlığa gömülmüştü şimdi. Daha sonra sandalyesine oturdu ve
hafifçe eğilerek ayakucundaki çantasını açtı. İçinden çıkarıp masaya bıraktığı
nesne herkesi dondurmaya yetti. Işıkların aydınlattığı yerde bir tabanca vardı!
“Ben kanıt olmadan konuşmayı sevmem. Size bir saattir
silahtan bahsediyorum ama ne olduğunu görmek gibisi var mı? Buyurun inceleyin.”
Silahı masanın ortasına fırlatır gibi attı. Tabanca hemen elden
ele dolaşmaya başladı. Uzun uzadıya incelemek istediğim için, en son bakmak istediğimi
söyleyip sıramı savdım. Nihayet bu küçük suç aleti elimde geldiğinde detaylıca
inceleme fırsatı buldum.
Silah küçük ve hafifti. Bir çocuk bile bunu rahatlıkla kavrayabilirdi.
Kabzasında karmakarışık figürler vardı. Gövdesinin üzerindeki seri numarası,
rakamların silinmesi nedeniyle okunamıyordu. Biraz sağına soluna baktıktan
sonra sahibine geri verdim. Silahı aldı ve önüne koydu. Bu arada bilgi verme
konusunda önü alınamaz hevesiyle anlatmaya başladı.
“Tabancalar hakkında bu yaşadıklarıma kadar benim de pek
bilgim yoktu fakat daha sonra biraz araştırdım. Şimdi olayı daha rahat
anlayabilmeniz için de size biraz bilgi vermeliyim. İşte İzzet’in o meş’um
tabancası bu. Bu tabanca Mauser markadır ve çapı 6.35’tir. Etkisi 7.65’lere
göre daha zayıf olduğu için pek tercih edilmez. Yine de ebadının küçük olması
onu kolayca taşınabilir yapıyor. Mauser markası aslında tüfeklerde daha
başarılıdır. Zamanında Mauser marka tüfekler bizim ordumuzda da uzun süre
kullanılmıştır. Özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde Almanya’ya çok sayıda Mauser
tüfek siparişi verilmişti. İşte bizim ‘Mavzer’ diye adlandırdığımız tüfek,
aslında bu Alman silah markasının ta kendisidir. Zannedildiği gibi başlı başına
bir tüfek türü değildir.”
Hızlı bir hareketle cebinden bir kurşun çıkardı. Aynı
serilikle şarjörü eline aldı ve kurşunu içine koydu. Şarjörü sertçe yerine
taktı. Herkes film izlermiş gibi bakıyordu Avni Bey’e. Sanki sinema salonunda
film artistinin hareketlerini takip ediyorduk. Silahı kaldırdı ve tam
karşısındaki Burhan Bey’e nişan aldı. Ellerini tetiğin üzerinde birleştirdi ve
kimseye itiraz fırsatı bile vermeden tetiğe sertçe bastı. Herkesin elleri ileri
doğru kalkmış vaziyette havada asılı kalmıştı. İstem dışı gözümü kapattım.
Diğerlerinin de balmumu heykeller gibi son pozisyonları ne ise o şekilde
kaldığını hayal meyal hatırlıyorum. Mithat öne doğru hafifçe eğilmiş, Doktor
parmağını ileri doğru atmış, Avukat ise masayı kavradığı ellerinden destek
alarak hafif ayağa kalkmıştı. Kaptan gözlerini dört açtı. İçinde tuttuğu nefesi
yüzünden göğsü şişmişti. Sessizliği bozan tek şey tetiğin çıkardığı madeni ‘çıt’
sesiydi. Defalarca aynı ses geldi kulaklara: ‘çıt, çıt, çıt’
Avni Urel, karşısındaki adamın yüzünün aldığı şekle bakıp
kahkaha atmaya başladı. Fakat gülüşüne kimse eşlik etmediği gibi mimiklerden
anlaşıldığı kadarıyla herkes bu şakayı fazla münasebetsiz bulmuştu. Burhan
Kemalettin yavaş hareketlerle kolunu kaldırdı ve terlemiş suratını sildi.
Hırıltılı aldığı nefesi boğazına takılmış gibi öksürttü onu. Birkaç kez
yutkundu ve titreyen elini bastonuna attı. İlk şoku atlattıktan sonra, “seni
piç kurusu!” diyerek hızla ayağa kalktı ve bastonunu cerrahın kafasına
fırlattı. Karanlıkta seçemediği nesneden kaçamayan Avni Urel başını korumak
için rastgele kolunu kaldırdı ancak bastonun tutamacı tam alnına denk geldi. Burhan
Kemalettin burnundan soluyordu. Yüzü kıpkırmızı olmuş ve nefes nefese kalmıştı.
Hızla yanına gittim ve sakinleştirdim. Mehmet Baki, Cerrah’ı bu tarz şakalar
yapmaması için uyardı. Ortalık biraz olsun durulmuştu.
Avni Bey, “kusura bakma Burhan,” diye söze girdi. “Silaha
gözlerinizin önünde kurşun koydum ama sürgüyü çekmedim. Yani kurşun namlunun
ağzında değildi. Silahın bu haliyle zararsız olduğunu anlatmamın en pratik yolu
bu gibi göründü bana.” Rahatsız edici bakışlara aldırmadan silahı yan çevirerek
devam etti. “Bakın şimdi şu size bahsettiğim sürgü, yani kızak emniyetidir.
Kızak çekilmeden silah ateşe hazır hale gelmez.” Rahatça görebilmemiz için
ışığı yaklaştırdı ve sürgüyü çekti. Tabancalardan çıkan o haz verici mekanik
ses geldi. Ciddiyetle ekledi. “Artık kurşun namlunun ağzına geldi. Silah ateşe
hazır!” Silahın sürgüsünün hemen altındaki tırnağı kaldırdı. “Şimdi kızak
emniyetini aktif hale getiriyorum. Evet, tırnağı kaldırdım. Emniyet aktif
durumda… Gördüğünüz gibi artık kurşun namlunun ağzında dahi olsa kızak
emniyetinden dolayı silah ateşlemez. Fakat bu, tetiğe basmanıza engel değildir.
Çünkü bu silahta tetik mandalı için ayrıca emniyet kilidi yok. İzzet’i şaşırtan
noktalardan biri de buydu.” Silahı bu kez boş bir noktaya çevirdi ve tetiğe
bastı. Tetiğin ardı ardına çıkardığı ‘çat çat’ seslerine bakılırsa 7-8 el
sıkmıştı. Silahı indirdi ve bize dönerek, “ayarlarını bozmadan silahı tekrar
inceleyebilirsiniz,” dedi ve tekrar masanın üzerine koydu. Bana geldiğinde
silahı bu kez ayrıntılarıyla incelemeye koyuldum.
Önce şarjörü çıkardım. İçi boştu. İçindeki tek kurşunu Avni
Urel namlunun ağzına vermişti. Sürgüsüne baktım, çekili vaziyetteydi ve
emniyeti aktifti. Her ihtimale karşı boş bir noktaya doğru tutarak tetiğe
bastım. Evet, mandala rahatça basılabiliyordu. İzzet’in yaşadığı şoku şimdi
daha rahat hissettim. Ben silahın atmayacağını bildiğim halde panik yapmıştım.
Bir de silahı beynine tutup bunun ateşleneceğini zannederek tetiğe basmak kim
bilir nasıl bir tesir yapardı insanın üzerinde? İzzet ölmemişti ama ayıldığında
bile şoktan elinin ayağının saatlerce titrediğini tahmin edebiliyordum. Avni
Urel heyecanla anlatmaya devam etti.
“Anlatmak istediğimi anlattım sanıyorum. İzzet’in elindeki
silahın sürgüsü çekiliydi, fakat tabi ateşlenmedi, çünkü içinde hem kurşun
yoktu hem de kızağın emniyeti aktif konumdaydı. İzzet tetiğe basınca kurşunu
beynine yiyeceğini sandı ve korkudan bayıldı. Tetiğe basabilmesinin nedeni ise
az önce söylediğim gibi silahta sadece kızak emniyetinin olması ayrıca bir
mandal kilidinin bulunmamasıydı. Bazı silahlarda bu iki emniyette bulunur,
bazısı da bunun gibi tek emniyetlidir. Tetik ya da bir diğer deyişle mandal
kilidi olanlarda bu kilit aktif hale getirilirse, tetik gerilir ve basmanız
mümkün olmaz. Neyse bu teknik bilgilerden sonra hikâyeme devam edeyim. Nerede
kalmıştım? Hah!” Hiç ummadığı halde kaldığı yeri hatırladığı için sevindi.
‘Yeni evine bu silahı getirmeseydin keşke İzzet. Ne gerek
vardı sanki? Sana eski günlerini hatırlatabilir,’ dedim.
‘O günleri çoktan atlattım Avni abi, artık korkacak bir
şeyim yok,’ diye cevapladı. Silahı sıkıca kavradı. ‘Biliyor musun o günden beri
ilk defa elime alıyorum bunu.’
“Sanki iğrenç bir mahlûk gibi bakıyordum silaha. O ise daha
çok elindeki nesneyi tanımaya çalışan bir çocuk gibi duygusuzca bakıyordu.
Şarjörünü çıkarıp baktı ve bana doğrulttu. İçi yine ilk gördüğümdeki gibi
boştu. Daha sonra kafasını sallayarak şarjörü yerine taktı ve pencerenin önüne
geçti. Yüzünü bana doğru döndü. ‘Vay be! Daha yarım sene önce kendimi öldürmek
istediğimi düşünüyorum da! Hatırlıyor musun abi, yine böyle pencerenin
önündeydim, ama tabi hava yağmurluydu ve gündüz değildi. Kafama tıpkı böyle
dayamıştım silahı.’ Sırıtarak silahı kafasına doğru bastırdı. Ben bu tarz
hareketlerden keyif alacak yaşı çoktan geçmiştim, bu yüzden içimden buna bir
son vermesini istiyordum.” Cerrahın az önceki hareketini hatırladım. Düpedüz yalan
söylüyordu Avni Urel! Tam da bu tarz eşek şakalarının adamıydı o.
“Ciddileştim. ‘Bırak şunu İzzet! Şeytan doldurur!’
‘Unuttun mu abi, beni melekler koruyor!’ Gülerek tetiğe
sertçe bastı. Şrrraak!”
Herkes bir an irkildi. Avni Urel bira şişesini kafasına
dayarken göz ucuyla odadakileri süzdü. Gözlerinin dolduğunu gizleyememişti.
Birayı masaya koyduğunda yüzündeki ciddi ifadeyi koruyordu. Bana baktığında
yanındaki gaz yağlarının aydınlattığı gözlerindeki kırmızılığı çok net
görebiliyordum.
“Yüreğim ağzıma gelmişti. Sanki o intihar teşebbüsü anlarını
tekrar yaşıyordum. Gözlerimi yine istem dışı kapamışım. Fakat açtığımda
İzzet’in tebessümüyle karşılaştım. Gülerken kafasının sallanmasına engel
olamıyor bu da sarı saçlarının dalgalanmasına neden oluyordu. Umursamaz tavrını
takındı. ‘Tabi ya! Bil bakalım neden ateş almadı silah? Emniyeti aktifmiş
çünkü. Dur kapatayım öyle deneyeyim şunu.’ Emniyeti kapalı konuma getirdi.
Tekrar silahı kafasına dayadı. ‘Aaa bu kez de mermi yok içinde değil mi? Ölmek
bu kadar zor mu ya?’
Cerrah sanki olay şimdi vuku buluyormuş gibi kafasını tasvip
etmediğini belirtircesine salladı ve içkisine uzandı. Birkaç yudum içtikten
sonra durgun bir sesle devam etti. “Ve İzzet tetiğe bastı!” Sanki hikâyenin
başlığını asıl şimdi bulmuş gibi gözleri parladı ve tekrar etti. “Ve izzet
tetiğe bastı!”
Avni Urel ellerini masaya dayadı. Dudağını kanatırcasına
dişlerinin arasında sıktı. “Müthiş bir gürültüyle sarsıldım,” dedi. “Sanki evin
içinde bomba patlamıştı. Silah ateş almış ve İzzet’in şakağını parçalamıştı.
Merminin etkisiyle başının kenarı döşemeye sertçe çarptı. Hatta o kadar
şiddetli bir çarpmaydı ki bu, suda seken taşlar gibi kafası yerde birkaç kez
sekti. Çocuk kanlar içinde kalmıştı. Alnın kenarındaki delikten kan
fışkırıyordu. Oda birkaç saniye içinde İzzet’in o ‘asil kanıyla’ dolmuştu. Kanım
donmuştu! Yüzüm sırtım, karnım, başım her tarafım yanıyordu sanki. Kafamın
arkasından başlayarak tüm vücudum karıncalanmaya başlamış, sanki düşük dozda
elektrik veriliyormuş gibi acı bir titremeye kapılmıştım. Az önceki patlamanın
yankısı hala kulağımdaydı. Beynim bir çınlama sesiyle dolmuştu adeta. Gözlerimi
yerde yatan İzzet’e dikmiş öyle bakıyordum. İşte zamanında metrelerce mesafe
uzakta olmama rağmen görmemek için kafamı eğdiğim manzara bu kez beni gafil
avlamıştı. Gözümün önünde ölmüştü İzzet. Üstelik kendi elleriyle yapmıştı bunu.
Bense iki metre ötesinde olan biteni izlemiştim. Fakat bu nasıl olmuştu? Boş
silah nasıl ateş almıştı? Yutkunmak istedim ancak boğazımın acısı buna engel
oldu. Burnuma gelen barut kokusu ve önümdeki korkunç sahne sonucu yere
yığıldım. Şoka girmek bu olsa gerekti! Hiçbir şey düşünemiyor, konuşamıyor
hatta hareket dahi edemiyordum. Her şey saniyelerle olup bitmişti. Midem
bulanmaya başladı. En son hatırladığım şey bu oldu. Bayılmışım.” Elini bir daha
cebine attı. “Bakın, bu da silahın susturucusu… Bunu daha sonra aldım.” Masaya on
beş santim uzunluğunda metalden yapılmış susturucuyu koydu, yanına da birkaç
tane kurşun. Cerrah sigarasına asılınca, ucundaki ateş canlandı.
“Dediğim gibi bayılmışım. Kendime geldiğimde başımda bir
hemşire iki tane de adam dikilmişti. İfademin alınması için getirilmiştim
oraya. Önce hastaneye gitmem kararlaştırılmış, önemli bir şey olmadığı
anlaşılınca direkt olarak karakola gelmişiz. Olayı başından sonuna kadar
anlattım. Odadaki memurlar şaşkınlık içinde başlarını sallıyorlardı. Sık sık
anlattığım olaya inanmayacaklarını düşündüm. Fakat konuşmam boyunca
ciddiyetlerini muhafaza ettiler. Neyse buralar önemsiz ayrıntılar. Neticede
İzzet’in kazara kendini vurduğuna hükmedilerek dosya kapatıldı. Ve olay böylece
kapanmış oldu. İzzet’in karısı da o gece haberi alarak hemen İstanbul’a geldi.
Olayı ona ben anlattım. Gözleri yaşlı bir şekilde bana bakışı hala
hatırımdadır. Daha sonra İzzet’i görmek için hastaneye gittim. Morga inerken
ayaklarım beni taşımıyordu adeta. Koruluklardan destek alarak ölüye ait yatağa
geldim. Görevli, yüzündeki örtüyü çekince hüngür hüngür ağlamaya başladım.
Kafamı İzzet’in başına yasladım. Elimi sapsarı saçlarında gezdiriyordum.
İzzet’in yüzündeki o mahzun ifade hala kaybolmamıştı. Sanki uykudaymış gibiydi.
Şakağının içe doğru göçtüğünü dışarıda bırakırsak yüzünde hiçbir değişiklik
yoktu. Doktorun anlattığına göre kurşun tam beynine saplanmıştı.”
“İşin ilginç tarafı, kendini öldürmek isteyen insanların
birçoğu, intihar esnasında ellerinin titremesine hâkim olamayarak silahı
ateşler ve kurşunun kafatasını sıyırmasına ya da tam beyne saplanmamasına neden
olurlar. Beyin cerrahı olduğumdan dolayı, meslek hayatımda bu tarz vakalarla
sıkça karşılaştım. Bunların bir kısmı görme yeteneklerini kaybeder, bazısı felç
olur, kimisi ise kafatasının bir bölümü parçalanarak kurtulur. Fakat İzzet o
anda ölümle burun buruna olduğunun farkında olmadığından, şakayla karışık
silahı şakağına dayamış, hiçbir korku emaresi göstermeden ve elleri titremeden
tam ölümcül yerine saplamıştı kurşunu. Belki ilk intihar denemesinde vursaydı
dediğim gibi kurtulma şansı az da olsa olabilirdi. Ama artık olan olmuştu.
Şimdi bunları düşünmenin hiçbir yararı yoktu. İşte, İzzet boylu boyunca
karşımda uzanmış yatıyordu. Gözlerine kadar inen sarı saçlarını, sanki rahatsız
ediyormuş gibi geriye doğru attım ve sadece ‘ah be oğlum!’ diyebildim. ‘Ah be
Oğlum!’
Avni Urel’in gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. İzzet’i
sevdiği belli oluyordu. Birayı bu kez de kahırdan kafasına dikti. Şişeyi yere
koyduğunda kafasının sağa sola oynamasına mani olamadı. Sanki meyhanede rakı
içiyordu ve az sonra hesabı isteyip kalkacaktı. Onu birkaç dakika anısıyla baş
başa bırakıp sessizce oturmaya devam ettik. Odadakiler birbirine baktı. Herkes
içinden şunu geçiriyordu. “Eee, iyi güzel ama bu kadar mı?”
Bunu sesli bir şekilde dile getiren Recep Gönen oldu. Doktor
arada bir içtiği piposu ağzında, “hikâyeniz çok güzel ve dramatikti Avni Bey,”
dedi. “Fakat bizim müdahil olmamızı gerektirecek bir nokta göremedim ben.”
Cerrah ses çıkarmadan gülmeye başladı. Kaptan başını yavaşça
kaldırarak sabit bakışlarla doktoru süzdü. “Öyle mi? Hiçbir nokta mı? Peki,
İzzet nasıl öldü açıklar mısın?”
Polisiye Hikaye Katil Kim 2. Bölüm için tıklayınız:

Yazar:

SuleymanBas

Yorum yaparken lütfen hikaye ya da filmlerin konusunu açık etmeyin ki her okuyan sizle aynı zevki alabilsin ;)

yorum